23 Aralık 2010 Perşembe

YAKUTLAR&ELMASLAR


Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Gökyüzünde büyük bir savaş var sanki. Biri göğe taş atmış olmalı. Canı pek acımış gibi devamlı sulu sepken ağlıyor. Ağlayan gün, üzerinde taş sektiren haylazlara bir şey yapamadığından olsa gerek hırsından sağanağa dönüşüyor. Hava üşüdükçe üşüyor. Dışarıya çıkmaya korkuyorum.


Ofisin içine girmeye çalışan rüzgar değil de, burnundan soluyan gökyüzünün buzul renkli nefesi sanki. Burnundan çıkan boğalar, gördükleri tek kırmızıya, ceketimin al rengine boynuzlarıyla vurmaya çalışıyorlar. Yuvarlak kocaman popom, bütün gün iş yerinde oturmaktan öyle uyuşmuş ki, boynuz darbelerinden kaçmak için, güçlükle yerimden kalkıyorum. içimde uykuya kaymış Amazon kadınını uyandıramadığımdan, dışarıya o büyük savaşa ürkerek çıkıyorum. Allah’tan suratımı yalayan soğuk hava kendimi hemen toparlamama yardımcı oluyor. Hava çok tacizkar. İstemediğimi, kendisinden hiç hoşlanmadığımı yinelememe rağmen, demir kokulu paslı soğuk diliyle kulaklarımı yalıyor. Kime şikayet etsem onu. Tabiat anaya şöyle bir dilekçe verebilsem keşke: Müşteki, Yaz Çocuğu Suna..Sanık, tacizkar kış mevsimi...Suç, sıcak düşleri iğfal. Talep, soğuk havanın, düş meydanında asılması,ele avuca sığmayan tüyleri diken diken eden rüzgarın, iştirakçisi yağmurun, Apollon tarafından uygun görülecek ağır bir cezaya çarptırılması. Şikayet edilen makam, Tabiat Ana, Yaz Mevsiminin ta kendisi..


Kışın geldiği akşamların erken mesai yapmasından belli. Akşamla birlikte, sağanak ağlayan yağmur trafiği lunaparka çevirmiş. Arabaların birbirine çarpması için gişeden jeton almaya bile gerek yok...Herkes birbirine karışmış. Eve nasıl gideceğim bu keşmekeşte bilemiyorum. Üşüyorum, ayaklarım üşüyor.


Kendimi ilerleyemeyen ama beni evime götürecek dolmuşa attım. Üzerimize rahmet mi pislik mi yağıyor anlamıyorum. Bu kente yağmur bile fazla diye düşünüyorum. Yağmur ızgaralarının arasına, göçmüş zamanlar ve yaşamlar sıkışmış olmalı, yağan rahmet ızgaraların arasından kayıp aşağılara akamıyor. Alt yapı-sızlığı-mıza, metropolün kendi pisliğinde büyümesine ağız dolusu küfürler savuruyorum. Kızgın bakışlar ve düğümlenmiş suskunluklarla içten içe yorucu bir sorgulama yapıyorum. Olduğumuz yerde duruyoruz. Durduğumuz yerde yoruluyorum.
Dolmuşta ben dahil sekiz yolcu var. İşten evlerine gitmeye çalışan bu yolculardan biri hariç hepsi yorgun gözüküyor. Yanımda oturan genç kadın, dudaklarında devamlı bir kıpırtı, gözlerini kısarak gülümsüyor. Ne dediğini anlamak için yaklaşıyorum. ”yakutlar, elmaslar” gibi bir şeyler mırıldanıyor. Tam duyamıyorum. Köprünün üzerinden denize bakıyorum. Balıkları düşünüyorum. Balıklar bile ağlıyordur, dışarıdaki soğuk ıslaklıkta. Ağladıkça gözleri daha çok yanıyordur balıkların. Balıklar ağlamasın, üşümesin istiyorum.


Şoför ve sekiz yolcunun nefesi, puslu ve sıkıştırılmış bir zaman oluşturuyor dolmuşun içinde. Sıkılan sekiz kişinin of pufuna, gözlerini kısarak gülümseyen kızın şarkısı karışıyor “yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor”. Akvaryumda balık misali hiçbir yere kaçamayan şoför ve altı yolcu, of pufuna devam ediyor. Ben of pufu ve tırnaklarımı kemirmeyi bırakıyorum. Kadının şarkısını merak ediyorum.


Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor...


Üzerinde taş sektiren ben değilim ki. Git onun başından aşağı dökül. Kaç saattir evime ulaşamadım. Küsüm sana gün. Zaten kendime de küstüm. Moralim de bozuk bugün. İşimde mutlu değilim. Başka şeyler yapabilirim, ama ne? Şey mi olsaydım? Şeyim güçlü değil ki! Her şeye şeytani bir yakınlık hissediyorum. İşim şimdi daha güçleşti, şey olamam. O zaman herhangi bir şey olayım. "Her" kocaya kaçmış, "hangi"nin içi geçmiş. Sanırım aynı işe gitmek gerekecek. Köreliyorum işte. Hiçbir şey olamayacağım. Küsüm sana gün, yüzündeki o kocaman gülümseme ile aynı şarkıyı söyleyen bu genç kadına da kızgın. Gülecek ne buluyor bu keşmekeşte. Dayanamayıp soracağım. ”Gülmüyorum nereden çıkarıyorsun bunu” derse... Varsın desin, soracağım.


Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. “Balıkları okşayacağına benim sesime kulak ver, akvaryum suyundaki rahat zaman! Apollon, düşlerimin üzerine kurduğum tüm igloolarımı erit! Yaz gel artık” diye. Deli derler. Desinler! Omuz silker, gülüp geçerim şu kadın gibi.


Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.


İyi kulak verince, kadının bu dört kelimeyi tekrarladığını ama her seferinde melodileri değiştirdiğini fark ediyorum.


“Çok ağladım (şu an gökyüzünün yaptığı gibi),
Çok inledim,
Günlerce ben hep dinledim,
Seni nasıl unutmalı,
Bu sevgiyi uyutmamalı”

Dakikalardır gülümseyen kadının ne söylediğini anlamaya çalışırken hem inliyorum hem dinliyorum.


Birbirine ulaşmaya çalışan, acı çeken aşıkların söyledikleriyle dolu tangolar. Aşk acı mı? Böyle de sorulmaz ki, lahmacun siparişini teyit eden bir sualmiş gibi... Acılı, acısız? "Hoop usta çek oradan iki acısız, beş acılı sevda" Tatlı aşk olmaz mı? Tatsız tuzsuz olmasında gerisi mühim değil Aşkolsun! Olsun olsun. Olsun da nereden taktı ağzıma bu tangoyu şu deli kadın...


Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.


Kendi kendime mırıldanmaya başladım bu şarkıyı. Kadın şarkısını mırıldandığımı duyunca şaşkınlıkla ama memnuniyetle bana bakıp daha da kocaman gülümsedi. Aynı anda söyledik tekerleme misali şarkıyı.


Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.


- Bunu ilk defa duyuyorum.
- Ben uydurdum, yalnızca ben söylerim.
Arabaya bindiğinden beri ilk defa gözlerini kısmadan gülümsedi genç kadın.
- Şarkıyı söylerken gözlerinizi kısıyorsunuz.
- Gözlerimi kısmazsam yakutları ve elmasları göremem ki.
- Yakut mu?
- Evet. Sizde görebilirsiniz.
- Nasıl?
- Bakın...
Dolmuşun ön camını işaret ediyor.
- Otomobillerin arka fren lambaları kırmızı, diğer şeritten gelen arabaların far lambaları ise sarı renk. Gözlerimi kıstığımda yalnızca kırmızı ve sarı renkleri görüyorum. Kırmızı fren lambaları yakut, sarı far lambaları elmas gibi. Trafik sıkıştığında köprüden geçerken boğaz sanki gerdanına sıra sıra elmastan ve yakuttan yapılmış kolyeler takmış gibi gözüküyor. Çok hoşuma gidiyor. Bunları düşünürken kendimi rahat hissediyorum. Tırnaklarımı da koparmıyorum.

Bir kahkaha atıyor. Meğer, O da beni izlemiş farkına varmamışım.

- İçimdeki yarasalar düş gördüğü için böyle düşünüyorum. Baş aşağı düş gördün mü hiç? Her an yerle bir olacağını bile bile.


Dudak büküyorum. Ne garip bir kadın diye düşünüyorum.


- “Düşsünler ne olur ki? Olacağı düş kırıklığı başka bir şey değil” diyor. Gülüşüyoruz...
Elmasları hiç kaçırmadan cebimize doldurmak için genç kadınla birlikte şarkımızı bir ağızdan, gözlerimizi kısarak söylemeye devam ediyoruz.


Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor...


Puslu dolmuş içinde keyifleniyorum. Derken... büyük bir gürültü ile öndeki yakutlardan birine çarpıyoruz.


Şoför arkaya dönüp iki yaramaz kadına “yakutları kaçırdım” diyor.


Küçük kazamız, köprünün gerdanına bol yakutlu bir kolye takıyor.
SABİHA ÇETİNKAYA

22 Aralık 2010 Çarşamba

"KİLO"

Arkadaşım:
- "Her sabah simit yiyorum, kilo alacağım” dedi.
Topu topu elli dört kiloymuş. Benim boyumda biri için normal bir kilo…
- “Boşver tatlım, yemene bak, gayet iyisin” dedim.
- “Ama yersem çabucak kilo alıyorum. Sonra senin gibi olurum.” demez mi?
Çok bozuldum. Bedenimde yer etmiş yağlarım bile, bana yağ çekmeye çalıştı. Göbeğim kendini içine çekti. Göğüslerim yer çekimine ayak diredi de kafi gelmedi. Yüzüm küstü bir kere. Vücuduma uzun zaman sonra sırtımı döndüm. Küstüm.
Sabiha

21 Aralık 2010 Salı

"Utanç"

Yirmi üç yaşında ikinci kez anne olacağını öğrendiği zaman “utanmış”.
- “Neden utandın?” sorusunu cevaplayamadı.
Doğum sancılarını hissettiğinde sabah beş civarıymış.
Kocasına:
-“Bebek geliyor, hastaneye gidelim” demiş. Eklemiş:
- “Aman sessiz ol, Fethi Beyler duymasın, yavaş yürü, ayıp olur.”
- “Neden ayıp olsun ki... ?”
Anlamadım, anlatamadı da...

Sabiha Çetinkayakuş

20 Aralık 2010 Pazartesi

"Gerçek"



Söyledim. Çok şaşırdı... Gülümsemesinin iki yanından çıpa atmış gibi birden bire dudağını sallandırdı. Alt dudağını, yer çekimine ayak uyduramayan yüzünü kontrol edemiyordu. Gözlerine hızla deniz yükseldi. Ağlamamak için kendini tuttuğundan, suratı, suratına sonradan monte edilmiş gibi duran okka burnu, kıpkırmızı oldu. Sarı saçları, yüzünden etrafa yayılan kırmızılığı daha da belirginleştirdi. Masmavi gözlerinden sığ bir okyanus çenesine kadar kaydı. Yok olmasını ister gibi ufacık yüzünü avuçlarının arasına aldı. Okyanus, avuçlarından toprağa atladı.

Sabiha

19 Aralık 2010 Pazar

"AZADE"


Bekleme salonunda üç kişiyiz. Sekreter kız, ben ve saçlarından dolayı yüzü görünmeyen bir kadın. Saat 18.00 için randevu almıştım. Saat 18.10…Doktorun kapısı hala kapalı… Belli ki içeridekinin dışarıdakilere göre daha çok sorunu var. 18.20… içeriye salep götürüyor çaycı… Salep ile sorunlar arasında ilgi kuramıyorum. Seans –sohbet- uzayacağa benziyor.

Oturduğum yerde kımıldayamıyorum. Deri koltuk hareket ettiğimde gıcırdıyor. Hareketsiz kalıveriyorum bir yontu gibi. Yüzünü göremediğim kadın, kolundaki lastik tokayla saçlarını topluyor. Eli yüzü açılıyor. Sıkıntılı ve sabırsız… Bacaklarını oturduğu yerde iki yana açıp kapatıyor. Hareket ettikçe bekleme salonunun içine suni derinin çıkardığı kirli bir ses yayılıyor. Kadının bacaklarının üzerine atlamak, oturmak, hareketine engel olmak istiyorum. Fakat aniden vazgeçiyorum. Eş sesleri çıkartmak istemiyorum. 18.26. Gözlerim kepenklerini aşağıya çekmeye başladı. Zorluyorum kendimi, “uyuma sakın!”diye. Uyku, uyu, uuuuu.

Doktorun odasındaki deri koltuğa uzanmış bir şekilde buluyorum kendimi. Duvardaki saat 18.52’yi gösteriyor. Yine dayamayıp uyumuşum. Kalkmak istiyorum ama deri koltuk tüm derime yapışmış sanki. Terden yapış yapış olmuşum. Kolumu ve bacaklarımı koltuktan zor kurtarıyorum. Doktorun odası, bekleme salonundan daha sessiz. Yelkovanın, akrebi kovaladığını duyuyorum. Tik tak, tik tak...

Sekreter ve doktor, endişeli gözlerle “İyi misiniz?” diye soruyorlar. “İyiyim. Uyuyakalmışım” diyorum. Tansiyonumu ölçüyor doktor. “hipersomnia mısınız?” diye soruyor. Bir ağız dolusu gülmek istiyorum. “Yok yok, uyku hastalığım yok. Gecem gündüzüme, gündüzüm geceme karıştı, o kadar” diyorum. Doktorun yüzüne bir kaç saniye için tebessüm mandallıyor melekler fakat rüzgar çok güçlü estiğinden gülümsemenin uçup kaybolmasına mani olamıyorlar. “Lütfen oturun, konuşalım” diyor doktor. Masasına geçiyor. Oturduğum koltuk masaya göre daha alçak olduğundan doktor boylu poslu gözüküyor. Aslında benden beş on santim daha uzundur o kadar. Randevuya geciktiği için özür de dilemiyor; ama hemen sorgu suale başlıyor:

- Sizi öyle yarı baygın görünce çok endişelendim. Neden uyuyakaldınız? Çok mu çalışıyorsunuz?
- Yok bilakis işleri serdim.
- Çok yorgun gözüküyorsunuz?
- Geceleri uyuyamıyorum.
- Neden uyuyamıyorsunuz?
- Duymak istiyorum.
- Anlamadım. Neyi duymak istiyorsunuz?
- Seni seviyorum demesini.
- Kimin?
- O’nun.
- O ?
- Sevgilim.
- Bunu size söylemesini isteseniz…
- Yalnızca sayıklarken söylüyor. Kendi bile bilmiyor söylediğini. Bilse… Sayıklamaz, sayıklama ihtimali için uyumaz.
- Sevdiğini söylemeyenlerden… Ne zaman sayıklayacağı da belli olmaz ki.
- Aslında az çok sayıklayacağı anı biliyorum.
- Ne zaman?
- Seviştikten sonra kollarıma ya da göğsüme yaslanıp tatlı uykusuna kayarken.
- Uyuduktan hemen sonra sayıklıyor mu peki?
- Sorun burada işte. Mutlaka sayıklar, ama hemen ama çok sonra.
- Sayıklama, iç geçkinliğinde söylenmiş şeyler. Bilme, isteme...
Doktor şu Dakka konuşmayı kessin istedim, lafını kestim:
- Ama şimdiye kadar bunu bana kimse söylemedi. Duyuyorum ya bu önemli.

Doktor pür dikkat dinliyor ve önündeki deftere küçük notlar alıyordu.

“Sevinç Hanım uyku hastası değil. Çok sevdiği adam asla “seni seviyorum” demiyormuşmuş. Ama Sevinç Hanım, seni seviyorum demesini yitirmiş bu çok sevgili adamın sayıklarken “seni seviyorum” dediğini farketmişmiş. Sırf bunu duymak için kimileyin sabahlara kadar pek sevgili adamın sayıklamasını bekliyormuş. Bekleyişler onu çok yoruyormuş. Hatta hiç uyumadan işe gittiği de oluyormuş. Oturduğu yerde uyukluyor, insanlara yorgunluğunu yalanlar söylerek açıklamaya çalışıyor, günlerini yitiriyormuş.”

Doktor, yazmayı bırakıp, gözlüklerini indirerek sordu:

- Gece uyuyamayınca, gününüz nasıl geçiyor?
- Duruşmalarda nerede duracağımı şaşırıyorum.
- Nasıl yani?
- Davacı ya da davalı duruşma salonunda farklı yerlerde durur.
- Avukat olarak şimdiye kadar ne çok davaya girmişsinizdir. Ne var bunda…
- Uykusuzluktan nerede duracağımı hatırlamıyorum.
- Nerede duracağınız çok önemli mi?
- Valla hakimlerden hep azar işitir oldum. Duruşma salonuna giriyor, gireceğim duruşmanın dosyasına bakıyorum. Davalı…Davalı nerede durur…sol tarafta… salonlar hep birbirinden farklı olduğundan solumu şaşırıyorum. Avukatlık yapmaya ilk başladığımda öğretmişlerdi. Hakimin sağ kolu davacı, sol kolu davalıdır diye. Gözlerim yarı kapalı yargıcın kollarına bakıyorum… Davalıyım… O halde sol kol… İyi ya sol kolu hangisi? Yoksa sağ kol muydu? Yok yok sol kol… Bunca iç çözümlemeye rağmen gidiyorum, davacı vekilinin yanında duruyorum. Hakim:
- Avukat Hanım yanlış yerde duruyorsunuz.
- Evet efendim!
- Yerinize geçer misiniz?
- Tabi efendim!
- Cevap dilekçenizi verdiniz mi?
- Hayır efendim!
- Zamanaşımı süresini kaçırdığınızı biliyorsunuz değil mi?
- Gözlerim yarı kapalı, cılız bir sesle “evet efendim”
- O halde yaz kızım, davanın kabulüne…
Yeni bir günde yine bir dava daha kaybettim. Uyumaktan başka bir şey yapamıyor, çalışamıyorum.
- Seni seviyorum demesi sizin için neden bu kadar önemli?
- Annem söyledi. Babam beni çok severmiş ama gösteremezmiş, söyleyemezmiş sevgisini… Yalnızca başımı tek bir hareketle sıvazlardı babam. Bu hareket seni seviyorum demekmiş. Ağzı dili olmayan bir dokunuş... Ne anlama geldiğini de kendisi değil, annem söyledi. Hep dillenmesini bekledim bu dokunuşun… Nihayetinde bir adamın sayıklamasında dile geldi.
- Bugün bana neden geldiniz?
- Bu sabaha karşı yine “seni seviyorum” diye sayıkladı.
- E, ne güzel işte.
- Fakat bu sabah “seni seviyorum Azade” dedi.
- Azade de kim?!
Doktorun son sorusunu yarı uyanık cevapladım.
- Azade de kim…


SabihaÇETİNKAYAKUŞ

"MATA HARİ"


- “Mata Hari, Malezya dilinde “şafağın gözü” anlamına geliyormuş.”
- “Şafağı gözü varsa, elleride vardır elbet.”
- “Şafağın elleri nasıldır?"
- “Şafağın elleri küçüktür, sıcaktır. Afacan bir çocuk gibi herşeyin üzerinde gezinmeyi sever. Şafağın elleri, tabiat ananın göğüslerine dokunur ilk evvel. Eğer dağları, tepeleri geçerse, göbeğine iner. Sıcacık ellerini ovalarda platolarda tutar. Şafağın elleri, insanoğluna bereket olur hasat vakti.

Sabiha Çetinkayakuş

25 Ekim 2010 Pazartesi

"Koku"

Elbette geçmekte olduğumuz yerlerin kokusu vardır. Bir yazar, İstanbul’un kokusunun adını koymuş “uzun” diye. Cevabın kısalığı, bana derinlemesine düşüncenin ağırlaştırdığı bir yanıt gibi geldi. İstanbul’da belirgin bir nefes, koku yok. Mesela Kaş, yasemin kokar. Ağır, baş döndürücü ama unutulmaz, ağırbaşlı bir koku. Şehr-i İstanbul, hafif meşrep, kodaman, emekçi, kalpazan, yanar döner bir kokuya sahip vesselam. Geçtiğimiz yerler nasıl kokar?

Günler nefes alıyor. Bakıyorum, geç kalanlar önde giden yarınlara yaklaşmış. Bazen zorlanmadan geçiyorlar bile. Geçerken aklımıza yerleşen kokuların adını koymak lazım. Yazdığım her kentin, dağın, denizin, aklımda bıraktığı izi yazacağım. Belki de izini süreceğiz.
İlk yazacağım yer Ohri. Ohrid, “yağmurdan önce” kokuyor.
Ekim'2010
Sabiha

24 Ekim 2010 Pazar

"Pena Akarken"

Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları,
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, Günler kısalmasa...

Yahya Kemal Beyatlı

Gün, kepenklerini hemen aşağı indirmesin. “Git-mi-yo-rum” diye ayak diresin istiyorum. Günler kısalmasın, yaz bitmesin… ama Üsküplü Yahya Kemal’in (1884-1958) dediği gibi günler kısaldı. Gökyüzü hep hüzünlü. Üsküp’ten ayrılırken aklımızda hep Beyatlı’nın “Sessiz Gemi”si. Demir almak zamanı gelmişse, yola çıkmalıyız.





Ohrid’e gitmek için yola sabah erken saatte çıkıyoruz. Şar Dağları'nın arasından, Vardar Ovası'nı geçerek Gostivar'a ulaştık. Üsküp'ten sonra Makedonya'da en çok Türk'ün yaşadığı şehir. Gosti kelimesi "Misafir" anlamına geliyormuş. Misafirliğimiz, hasta ziyareti gibi oldu. Kısa ve öz. Gostivar’ın Kişisel geçmişini görebildiğimiz tek yapı, 1566 yılında Osmanlılar tarafından yapılan saat kulesi. Sokaklarında gezerken Anadolu’nun küçük bir kasabasında gezdiğimizi hissediyoruz. Kentte % 60 Arnavut yaşıyormuş. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, Almanya’da çalışan Arnavut gurbetçiler, kazandıklarını memleketlerine getiriyorlar ve fakat kişiliği olmayan ömrü çok kısa sürecek apartmanlara para saçıyorlar. Tetova’dan önce es verdiğimiz bu küçük kentten yağmur başlamadan önce ayrılıyoruz.





Tetova’nın girişinde Nene Teresa’nın afişleri ile karşılaşıyoruz. Kalküda’ya giden, Nobel Barış ödülü alan Rahibe Teresa’nın Üsküplü olduğunu öğreniyoruz, şaşırıyorum.



Tetova, diğer adı Kalkandelen. Bir rivayete göre Saruhanlı Türkmen göçmenleri tarımla uğraşma imkanları olmadığı için, atalarından öğrendikleri silah yapımcılığı ile uğraşmışlar. Yaptıkları silahlara “kalkan delen” ismi verilmiş. Yerli halkta göçenlerden öğrendikleri bu sanatı ilerletmişler. Şehre Kalkandelen, silaha martin denilmiş. Bugün ise şehirde ses getirenler öğrenciler. 20,000 öğrenci Tetova’da yaşıyor ve kent nüfusunun ¼’nü oluşturuyor. Ekonomiyi direkt etkiliyorlar.


Pena Nehri, geçtiği yerlerden öğrendiklerini anlatabilmek için sabırsızca çağlamasına rağmen, duraklayamadığından bildikleri ile birlikte önümüzden akıp, geçiyor. Belki de dillendiremediği güzelliklerin Alaca Cami’nde bütünleştiğini bilmesi geçişini hızlandırıyor. Cami, yağmurdan sonra havada asılı duran gökkuşağı gibi rengarenk tam karşımızda belirdi. Cami iki kız kardeş tarafından yaptırılmış. Hurşide ve Mensure kardeşler babalarının kendilerine verdiği çeyiz parasını çala çaputa harcamak yerine cami yaptırmak istemişler. Kadın elinin değdiği caminin süsünden belli. Gelin kızlar, camiyi gelin misali süslemişler. Caminin dört bir yanı göz kamaştırıcı resimlerle bezenmiş. Denilen o ki, caminin resimleri binlerce yumurta ve hayvan kanı kullanarak yapılmış. Zengin ve renkli süslemeleri görende aklıma ilk gelen Birgi’deki Çakırağa Konağı oldu. Ev sahibi, biri İzmirli diğeri İstanbullu olan hanımları memleket hasreti çekmesinler diye, her birinin oda duvarlarına memleketlerinin görüntülerini çizdirmiş. Kadın elinin değdiği yerde evler ve dahi camiler en süslü fistanlarını üstlerine alıyorlar.




Aklımız başımız renklere bulaşmış bir halde, kuş seslerinden gül kokusundan başımızı alamadığımız bir başka mekana gittik. Harabati tekkesi… 15 yüzyılda yapılmış zamana ayak direyen bir yer. Kanuni Sultan Süleyman döneminde vezir olan Server Ali Paşa tekkeden çok etkilendiği için rütbesini terk ederek Tetova’ya gelmiş. Bu denli önemli bir payeyi bırakması nedeni ile Sersem Ali Baba olarak anılmış. Öldükten sonra dergahın ikinci önemli ismi Harabati Baba olmuş. Tekkeyi genişleterek dergah haline sokmuş. Eğitim verilen, derviş yetiştirilen bir merkez halini almış. Eski Yugoslavya döneminde kapatılan dergah, 1960-1990 tarihleri arasında otel olarak kullanılmış ve şu anda dergahın postnişi olan Baba Tahir Emini’nin açlık grevi ile dergahın tekke olarak faaliyet yapılabilmesi için resmi izin alınabilmiş.





500 yıldır ayakta olmasına rağmen üstü başı hırpani görünen tekkenin bakıma ihtiyacı olduğunu gördük. Aslında yaşayan bir tekke olması sebebi ile üstü başı silkelenir diye düşündük ama tekke içinde henüz tam dillenmemiş bir anlaşmazlığın varlığı silkinmeyi engelliyor sanki. Bahçesindeki erler meydanında Sünni Müslümanların ibadet ettiği İmaret Cami, herkesin kendi inancını iç içe yaşadığı gösterir bir işaret olmasına rağmen, radikal İslamcıların baskıcı tavrı iç içe dairelerin dengesini zedeler gibi. Bunu tekkeye gelen Alevi Bektaşilerin sayısındaki hızlı azalışa bağlıyoruz.



Kentin göbeğinden bağını kesen bu inziva evinden dinginleşen ruhumuzla çemberi tamamlamak için, düşüncelerimiz başını öne eğerek yüzü dergaha dönük geri geri adımlarla Ohri’ye yola çıkıyoruz.

Gostivar, Tetova, Eylül’2010
Sabiha

7 Ekim 2010 Perşembe

"Ayde Üsküp"

Yağmurdan önce İstanbul’dan ayrıldık. Dilini bilmediğim ülkenin bir türküsünü dinliyorum. İçime damlayan melodiler 7/8’lik. Ezgiler gideceğimiz yerde gökyüzünün mavi olacağını muştuluyor. Ayde Mori, Üsküp’e gidiyoruz.

Makedonya’nın başşehri Skopje (Üsküp) bizi gülümseyerek karşıladı. Havalimanının ismi Alexander the great. Büyük İskender’in Makedonya ve hatta tüm dünyaya etkisini tüm gezi boyunca izleyeceğimizi hissediyorum. Alexander, bana “Yağmurdan Önce” filmindeki Makedon fotoğrafçıyı hatırlattı. Filimde “zaman ölmez, çember yuvarlak değildir” diyor yönetmen Manchevski. Zaman akıyor, Balkanlar’da yapacağımız altı günlük gezide biz çemberi tamamlamayı başaracak mıyız? Pasaport kontrolde vizesiz geçişimizi hızlıca yaptıktan sonra, atalarımızın çok uzun süre egemenlik kurduğu, ormanı bol, tepeleri yüksek Balkanlar’a “zdravo” (Makedonca merhaba) diyoruz.

Otobüsle, 18 km ötedeki Üsküp’e gidiyoruz. Başşehir ile bir tanışıklığımız olmalı. Kendimi buralara hiç yabancı hissetmiyorum. Osmanlı dönemi evler, camiler, medreseler. Sanki, annemin memleketi Tokat’ta gibiyiz. İsa Bey Camii ilk durak yerimiz. Avlusunda, cüsseli gövdesinin ve yemyeşil yapraklarının gölgesinden onur duyan, mağrurca zamana direnen asırlık bir çınar ağacı var. 14. Yüzyılda yapılmış olan Sultan Murat Camii ise avlusundaki saat kulesi ile Üsküp’ün simgelerinden biri. Saat, ticari hayatı dengede tutmak, namaz vakitlerini ahaliye tam zamanında hatırlatmak için Maceristan’dan getirtilmiş. Camii avlusundan Vodno Dağı’nı görebiliyoruz. Dağın tepesine, 2001 yılında “milenyum” hatırası olarak Avrupa Birliği'nden alınan krediyle yaklaşık 50 metre yüksekliğinde bir haç dikilmiş. Haçı çok uzakta olmamıza rağmen görebiliyoruz. Memleketini bizlere güzel Türkçesi ile anlatan Makedon Türkü Liman, Vodno Dağı'ndaki haçın kentte Makedonlar'la Müslümanlar arasındaki ayrımı tetiklediğini söylüyor. İşte ilk bu an hissediyorum, etnik farklılıkları, iç savaşın etkilerini.



Kuleden, Türk Çarşısı’na doğru yürürken iki Makedon kız çocuğu “Mastika, mastika” diye sesleniyorlar. Tek bildiğim;
ooo mastika mastika,
ooo sigarası malbora,
alayım kızıma bir kutu boya,
boyasın kendini boydan boya.
adlı şarkı. İçimizden biri sakız uzatınca anladım. Mastika sakız demekmiş.



Türk Çarşısı’nda, en fazla iki veya üç katlı, ahşap pencereli dükkanlar var. Sanki, Anadolu’nun bir küçük kasabasında dolaşıyoruz. Pazar günü olduğu için dükkanların birkaçı hariç hemen hemen hepsi kapalı. Tabelalardan bazısı Türkçe. Rumeli Kahvehanesi, Şahinler Export İmport, Malatya Dönercisi bunlardan birkaçı. Türkçe sorulara, Türkçe cevap almak yürüyüşümüze bile yansıyor. Ahali, itimat duyduğumuz bizim hısımlar. Gülümseyerek geçiyoruz hanlara, hamamlara. Sulu Han ve Kurşunlu Han’ı gezdikten sonra, Çifte Hamam’ı görüyoruz. Hamamlar artık resim galerisi olarak kullanılıyormuş. Bende zaman ölmez ama hapsedilir diye düşünüp deklanşöre basıp duruyorum… Fotoğraf makinemin içine anı hapsediyorum. Anı kalıyor.


Çarşı’dan sonra Üsküp’ü ortadan ikiye birleştiren ya da bölen Vardar Köprüsü’ne yürüyoruz.
Taş Köprü’ye vardığımızda, köprünün doğu ayağında Slav dillerinin yazımında kullanılan, Kiril Alfabesi’nin babası olduğu rivayet edilen, Ortodoks rahipleri Kiril ve Metodius’un heykelleri ile selamlaşıyoruz. Liman, bu heykellerin neden yapıldığına anlam veremediklerini, Makedonların kendilerine nispet yaptıklarını söylüyor. Bir an tereddütte kalıyorum. Liman Makedon değil mi? Öyle ise bahsettiği Makedonlar da kim ? Mihmandarımız Burak’a soruyorum. Çok gizli bir bilgi verir gibi sessizce: “Liman, Müslüman ve Türk asıllı” diyor. Etnik ayrılığı ikinci kez hissediyorum. Köprü 220 metre uzunluğunda. Uzak bir mesafe değil ama Doğu Üsküp ile Batı Üsküp birbirinden ne kadar ırak.

Taş Köprü’nün altından türkülere konu olmuş Vardar Nehri akıyor. Makedonya’da doğan nehir yolculuğunu Ege Denizi’nde tamamlıyor. Köprü’de yürürken hepimizin dudaklarında aynı türkü:


Mayadağdan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar
Yarimin yüreği sızlar
Eğlenemem aldanamam
Ben bu yerlerde duramam
Vardar ovası, vardar ovası
Kazanamadım sıla parası

Bu türkü, Balkanlar’da 500 yıl hükümdarlık sürecek Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Anadolu’ya kendi isteği ile giden ya da zorla götürülen Rumeli Halkının sıla hasretini anlatır. Ucu yanık bir türküdür. Vardar, köprünün altında türküye eşlik edercesine hızla, bulanık akıyor. Aslında rengi, doğu ve batı kıyısındaki durumu anlatır gibi arada bir renk. Arada kalmış, tam arada, kendi gibi.

Doğu ile Batı arasında, Müslüman ile Ortodoks olmak haricinde ekonomik anlamda fakir ve zengin olma durumu da var. Doğu aciz, batı variyetli. Batı kıyısına geçtiğimizde modern bir şehir ile karşılaşıyoruz. Doğu’da Osmanlı kaldı, batıda modernizm var. Bundan ötesi Vardar’ın iki yakasında da inşaatlar yükseliyor. Üsküp’ün kalbi yeniden tamir ediliyor. Bir nevi by-pass operasyonu. Üsküp’e yeni damarlar takılması için eski damarlar değiştiriliyor. Üsküp 2014 projeleri her iki halkı birleştiren çalışmalar olması halinde başarılı olur. Geçmiş ve bugün birleşirse yarın olur.

Köprüyü geçtikten sonra yolumuz çok büyük bir meydana çıkıyor. Dame Gruev ve Goçe Delçev’in atlı heykelleri dikilmiş. Meydan sağlı sollu kafeleri kucaklıyor. Her iki yanında da ağaçlar olan ve Eskişehir’i anımsatan araçsız caddeyi takip ediyoruz. Caddenin sonunda 1963 Depreminde yerle bir olan tren istasyonu ile karşılaşıyoruz. Yeni tren istasyonu şehrin başka bir yanına inşa edilmiş ama eski istasyon müze olarak zamana ayak diriyor. İstasyonda bulvarın her yerinden görülebilen büyük bir saat var. Saat, deprem anına asılı kalmış, çalışmıyor. Hep “o anı” hatırlatıyor. 6.16…



İstasyonunu arkamıza alarak taş köprüye dönüyoruz. Karnımızı doyurma vakti geldi. Türk Çarşısı’nda yemek yiyeceğiz. Yürürken, Üsküp 2014 projesinin bir parçası olan heykelleri görüyoruz. Her köşede bir yontu. Modern bir şehir kurma telaşı bir parça karmaşaya neden olmuş gibi.

Taş Köprü’den geçerken, günün utana sıkıla, kızara bozara çekingen tavırlarla ama istekle Vardar’a girişini gördük. Vardar güçlü kolları ile gündüzü sardı sarmaladı, aldı götürdü. Akşam, zarif bir devinimle Üsküp’ü selamladı.
Çarşının tam orta yerinde, asma yapraklarının altında, “TYPNCT (Turist)” isimli küçük bir esnaf lokantası var. Kiremitte fasulye siparişimizi verdik. Fasulyeler küçücük, üzerinde de İnegöl Köftesi’ni anımsatan köfteler var. Yemeğin yanında mutlaka Balkanlar’ın vazgeçilmezi kırmızıbiber getiriliyor. Biberi ya çok az yağ ile közlüyorlar ya da sirkeli olarak turşu gibi sunuyorlar. Bir de fasulyenin üzerine serptiğimiz tatlı acı dediklerinden pul biber var ki, bizim isot ile yarışır. Garsona işaret edilerek havaya iz bırakmadan atılan imzanın, dünyanın her yerinde “hesap lütfen” anlamına geldiğini bir kez daha anlıyorum. Bazen bakış, bazen bir hareket dilimiz olabiliyor. Hesap vermeye gelindiğinde, hesaplar biraz karışıyor. EUR resmi para birimi değil ama Dinar ile birlikte kullanılıyor. 1 EUR karşılığı 61 Dinar. Yediklerimiz içtiklerimiz 840 Dinar tutuyor. 50 EUR veriyor, bakiye için Dinar alıyoruz.



Akşam, kara kedi misali ortalıkta koşuştururken, eski çarşı sokaklarında yürüdük. Rumeli Kahvehanesi’nde Galatasaray’ın maçını izleyen gençlerin Türkçe tezahüratı, bir barda yankılanan Serdar Ortaç şarkıları evimizde olduğumuz hissini uyandırdı. Cafe Mister Michel’den yukarı doğru çıktığımızda Üsküp Kalesi’nin aydınlatılmış yüzü ile karşılaştık. Geceye ve Üsküp’e kadeh kaldırmak istedik.

Ayde vino piyam, nepara go piyam
Ayde na rakiya, moşne sum merakliya

Türküde söylendiği gibi, “şarap içerim öylesine, aslında rakının tiryakisiyim”
Şerefe Makedonya, şerefe Üsküp…


Makedonya, Üsküp, Eylül 2010



11 Nisan 2010 Pazar

Ordan Burdan Şurdan

“Dünya Küçük”
Aslında dünya büyük değil, hiç değil. Hatta küçücük, minicik, cik. Saklambaçta oynanamaz, saklanacak yeri yok. Seni gördüm, sobe!

“Cuma”
Cuma düğümlenmişti. Çözemedim. Günün sonunda ölü bulundu.

“Günlerden Hangisi”
Kaybettim, aklım başımda değil. Sabah uyandığımda hangi günü yaşadığımı bilemedim.Adı konulmamış sekizinci bir gün içinde olma telaşına kapıldım.Bugün yaşadığım günlerden hangisi?

“Güven?”
Bir erkek ismi (mi),
Hamamda kendini en güzel hisseden kadının gizlemeye çalıştığı kocaman tebessüm (mü),
Durgun suya düşen taşın, düştüğü yerde bıraktığı halka halka büyüyen devinim (mi),
Oyuncağını kıran çocuğun, annesinden saklanmak için babasının bacağına sarılması (mı),
Verdiği sözü tutan adamın dimdik yürüyüşü (mü)?

“Toplantı”
Çok ses, çok harf, çok kelime, çok cümle, çok konuşma, tartışma, anlaş(ama)ma... Çok yoruyor, çok konuşma. Günler yoruluyor.Gün durmak istiyor. Duramıyor, duvara tosluyor. Canı çok acıyor...

Sabiha 2010

15 Mart 2010 Pazartesi

TEN

- “İnsan nasıl bu kadar çıplak olabilir anlamıyorum.”
- “Daha once hiçbir ceset görmemiş gibi konuşuyorsun.”
demiş Ferit Edgü...

-“Bak işte ne güzel bir öykü. Başı sonu belli değil. Başını da, gerisini de sen düşünüyorsun.Nerede olduklarını okuyan düşünüyor.”
- “Niye morgda değiller mi?”
- “Ben böyle birşey söylemedim. Sen morgu düşünmüşsün, bense akraba iki kadın düşündüm. Etraftakiler görmesin diye müstakil evin bahçesine çarşaf gerip, ölen adamı yıkamak için,kazanın altına odun atıyorlar.”
- “Adam olduğunu nereden biliyorsun, uyduruyorsun.

Sabiha

14 Mart 2010 Pazar

Eskihisar

Eskihisar, her yolcunun İstanbul'dan Güney'e inerken Topçular'a ulaşmak için kullandığı bir geçiş yeridir. Eskisihar feribot limanı, körfezi birleştiren bir noktadır. Bayram seyrana denk gelmişse yolculuk, körfezin karşı tarafı o denli uzak, Eskihisar o denli sıkıcı gözükür. Gitmek için başladığımız yola, mecburen başlangıçta verilen uzun bir moladır liman... Sanırım düne kadar böyle anlatabilirdim Eskihisar'ı...

Dün herhangi bir yolculuk için değil, yalnızca Eskihisar'ı gezmek için çıktık yola. Banliyo treni ile Gebze'ye gittik. Trenden indikten sonra, oto tamircisi bir ağabeyden, Eksihisar tabelalarını izleyerek limana giden yolun üzerindeki üst geçitten karşıya geçip, vadiden aşağı kendimizi bıraktığımızda Eskihisar'a ulaşabileceğimizi öğrendik. Vadinin başında Almanlar tarafından yapılmış Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı Taş Viyadüğü ayaklarını gördük. Yaklaşık 140 yıl önce yapılan bu ayaklar dimdik ayakta durmaktalar. Kış güneşi ile yeşillenmiş çayırlarda renkli paltoları ile çocuklar top oynuyorlardı. Tepelerdeki evler birkaç katlı apartman şeklinde inşa edilmiş ama o kadar sakil, o denli pespaye gözüküyorlar ki, yapı(sız)lanmamıza hayıflandık. Dere boyunca evlerin çehrelerinin değiştiğini iki üç katlı vilların inşaa edildiğini izledik. Yirmi dakikalık yürüyüş sonrasında Eskihisar Kale'sine ulaştık.

Yüksek bir tepe üzerine kurulan bu kalenin, körfezdeki trafiği denetlemek ve limanı korumak için Bizans ya da Britanya Krallığı zamanında yapıldığı zannedilmekteymiş. Kalenin arka kısmından dolanmışız. Üst tarafta kaleye giriş için kapı yok. Duvar ve surları tuğla süslemeli kalenin burçlarında gezen, neşeli kahkahalar atan çocuklara seslendim. İçeriye nasıl girdiklerini sordum. Demir kapının ardından, düz bir duvarı gösterdiler. Oyuklara basarak çıktıklarını söylediler. Bir yanım “çıkabilirsin”dedi, öte yanım “dur yakışık kalır mı” diye söylendi ve ben küçük arkadaşlarımın fotograflarını çekerek geldiğim yolu takip edip, denize ulaştım. Kalenin tek girişi aşağıdaymış. Uzun süre bakımsız bırakıldıktan sonra restore edilerek duvar ve surları kurtarılan kalenin içine girmedim.
Eskihisar, Osmanlı yönetiminin çeşitli kademelerinde yer alan kişilerin sahifiye yeri olarak kullanılmış. O dönem için Gebze İstanbul'a uzak olsa bile, havasının, suyunun güzelliği ve belkide kalesi olması sebebi ile çekim merkezi olmuş. Osman Hamdi Bey de yazlarını Eskihisar'da geçirmiş. Konağı müze haline dönüştürülmüş. İki katlı ahşap konağın yüzü denize dönük, sırtı bir tepeye yaslanmış. Bahçesi ağaçlar ile dolu. Müzeyi genç bekçisi gezdirdi. Gezdirmeden evvel, adımızı ve mesleğimizi girişteki deftere yazdı ve imzamızı aldı. Osman Hamdi Bey, girişteki çalışma odasında bizi düşünceli karşıladı. İlk galeride yaptığı resimlerin reprodüksiyon izleyebiliyorsunuz. İkinci katta da banyosu, çalışma atolyesi ve ikinci galeri gezilebilir. Keşke, resimlerin orjinalleri burada sergilenebilseydi diye düşündükten sonra, Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nden, karakalem üstadı Hoca Ali Rıza'nın resimlerinin çalındığını hatırlayarak, vazgeçtim. Hiçbirşeyi koruyamıyoruz.

Osman Hamdi, “Kaplumbağa Terbiyecisi” ile tanınır ama ben onu ilk defa İstanbul Arkeoloji müzesini gezerken öğrendim. İskender'in Lahti'nin muazamlığı karşısında dilim tutulmuşken, lahti Lübnan'dan Türkiye'ye getirenin bir Osmanlı olduğunu öğrendikte, hem şaşırmış hem mutlu olmuştum. Osman Hamdi, tarih bilinci gelişmiş, tarihi eserlere çok önem veren bir müzecidir. Bu nedenle O'nu, yaşantısının önemli bir bölümünü geçirdiği evinde ziyaret etmek sevindirdi beni.

Konağı gezdikten sonra, bahçesinde soluklandık. Karnımız açıktığı için deniz gören bir yerde balık yemeye karar verdik. Küçük bir yerleşim yeri olduğu için alternatifimiz de çok değildi. Yaptığımız küçük araştırmaya göre Rota, Sahil Restoran iyi lokantalarmış ve fakat yapımı devam eden Gebze Eskihisar Kentsel Tasarım ve Peyzaj Projesi'nden dolayı lokantaların önü çamur içinde ve delik deşikti. Tüm deniz kasabalarının makus kaderidir. Her kış moderneşlertirilmeye çalışılırken, ırzına geçilir toprağın, kasabanın. Yazın makyajlanmış görüntüsünde gün batımı izlenir, kışa kadar çaktırmadan yavaş yavaş hırpalanır ve Mart ayında tekrar delik deşik edilmeye başlanır. Adına rant mı dersiniz, gereklilik mi bilemem ve fakat sıkıldım bu durumdan. Sağlam yaptığımız bir şey olsun istiyorum. Daha sonra aynı yere, bildiğim şeyleri tekrar göreceğimin rahatlığı ile gitmek istiyorum.

Küçük Ev isimli bir lokantada karar kıldık. Kış güneşinin aldatan parlaklığına kanıp, dışarıda oturduk. Tekir yedik, bira içtik. Açığa demirlenmiş gemilerden karaya çıkan heyecanlı gemicileri izledik. Gemilere kumanya getiren minibüsten malları teslim alan gemicinin telaşını gördük.

Eskihisar feribot limanına yürüdük. Limanın kasabaya bu denli yakın olduğunu görende şaşırdım. Deniz trafiğinin tıkandığı, sıkılmaya başladığınız anda, limanın soluna yönelin. Nefesleneceğiniz, rahatlayacağınız bir mola yeri olacaktır Eskihar.

13 Mart 2010
Gebze-İzmit
Sabiha

13 Mart 2010 Cumartesi

Belen Kahvesi

Güney'e nihayet gidiyoruz. Tüm yıl bunu beklemiştik. Yolculuğumuzu kadim dostlarımız Gülçin ve Emre ile yapacağız. Eskihisar'dan 21:20'da yola çıktık. Balıkesir'e 01:00'de vardık. Emre ve Gülçin, araba kullandıkları için Asya Otel'de dinlenmemiz çok iyi oldu. Sabah, usul usul, tingir mingir yol aldık ve kahverengi tabelasını gördüğümüz “Belen Köyü”nde nefes aldık. Muğla'ya bağlı Çaybükü (Gevenes) Köyü'nün ilginç öyküsünü, kahveden etrafa telaşsız, usul usul dağılan, isimsiz bir efenin tok ve dingin sesinde dillenen türkü ile öğrendik.

Çıktım Belen Kahvesi'ne baktım ovaya,
Bay Mustafa çağırdı, dama oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı,
Aman Ormancı, canım Ormancı,
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı...


Kahvenin duvarlarında olayın kahramanlarının fotografları, mahkeme tutanakları var. 1946 yılında gerçekleşen bu talihsiz olayı unutmamak için mahalli bir sanatçının sesi ile Muğla Türküleri çalınıyor. Kahvede ilk dikkatimi çeken ise ağaç dallarının gölgesi ile girişteki dama masası oluyor. Savaşmaya hazır iki ordu gibi, açık ve koyu renkli ahşap taşlar yerlerini almışlar, sessizce verilecek talimatı bekliyorlar.

Demli çaylarımızı yudumlarken, Muğla Valiliği'nce 2005 yılında restore edilen kahvenin duvarına asılmış öyküyü ve türküyü okuyoruz (*). Ormancı Mehmet için içkili, Muhtar Tevfik için iyiliksever, Bay Mustafa için dama düşkünü Bey, denilmiş denilmesine de, muhtarın orman yangınında Ormancı'ya adam vermek istememesine biraz içerliyoruz. Ormancı delilenmiş yıkıvermiş dama masasını. Netice, bir ölü, bir yaralı, bir de mahpus... Geride kalan ise acı olayın türküsü, turizm enstrümanı olmuş bir öykü.

Yol boyunca, türkülere konu olan evlerin kahverengi tabelalar ile turizm envanterinde yer aldıklarını gördük. Misal, “Kerimoğlu Türküsü Köyü”. İyi mi olmuş, kötü mü olmuş bilemedim. Aslında, Belen Köyü Kahvesi'ne gösterilen özeni görende, köylerin çehresine sürülen bir parmak boyadan ziyade, şefkatle yanaktan alınan bir makas olduğu fikri mutlu etti beni. Köyün kaderi gösterilen bu özenle değişmiş. Güney'e inen turistlerin nefes aldıkları bir durak olmuş Belen Kahvesi.


Kulağımızda efenin sesi, dilimize pelensenk olmuş türkü ile yolumuza devam ediyoruz..

Aman Ormancı, canım Ormancı,
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı...

15.09.2009 Muğla
Sabiha


(*)
1946 yılında M“ustafa Şahbudak ve Muhtar Tevfik Cezayirli, dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında ‘Sarı Memet’ lakaplı Orman Memuru Mehmet İn çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik Köyü’nde yangın çıkmıştır. 1946 seçimlerinin evrakı Yatağan’a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan’a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için bekçiyi muhtardan ister. Muhtar Cezayirli, ‘Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem’ diye cevap verir. Bunun üzerine ormancı ile muhtar arasında tartışma başlar.

Muhtar Tevfik Cezayirli, ‘Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et’ der. Ormancı kahveye geri döner, dama masasına bir yumruk atar. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve ormancıyı tokatlar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, ormancıyı sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tahammül sınırını daha da zorlar. Şahbudak, yerinden kalkar, ormancının üzerine yürür. Ormancı Mehmet, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak’ı kolundan yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. Muhtar, ormancının ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa tetiği çoktan çekmiştir. Ormancı Mehmet İn, bunun üzerine kaçmaya başlar.Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil kaçmasına engel olmak içindir.

İkinci atışta Mehmet İn yere düşer. Arka cebinde tabaka olduğu için, ona bir şey olmaz. Ama, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik’i vurmuştur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde köyden 23 kilometre uzaklıktaki Muğla Devlet Hastanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey’e, ‘Babamın selamı var, bu adamı iyileştir’ diye yalvarır. Doktor Veli Bey, ‘O ölecek, önce senin kolunu saralım’ diye yanıt verir. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak, ‘Ben ölüyorum, hakkını helal et’ dedikten sonra can verir.

25 Şubat 2010 Perşembe

Hayat Nedir?

Hoca öğrencisine sordu “Hayat nedir?” diye...

Kendi içinde tekrar tekrar yineledi soruyu öğrenci, cevap bulamadı. Uyudu, uyandı, soru yastığının altında kalmış gibi başını ağrıtmıştı. İşe gitti. Başının ağrısı hala devam ediyordu. Yanıt veremedikçe ağrının devam edeceğini biliyordu.

Masasının tam karşısında oturan kahvaltısını evde değil de iş yerinde yapan Ebru’nun yanına gitti. Günaydın bile demeden sordu "hayat nedir?" diye.

Ebru, sütün içinde yüzen mısır gevreklerini kaşıklarken, öğrencinin yüzüne bakmadan:

“Afyonum patladıktan sonra cevap versem. Gördüğün gibi kahvaltımı yapıyorum. Henüz uyku halimdeyim” diye cevapladı...

Hayat, umarsamazlık, yabancılaşmak mı diye düşündü öğrenci...

Servis trafiğe takıldığı için işe geç kalan telaşlı müdür yardımcısı:

“Şaşırdım şimdi sabah sabah...Ailecek izliyoruz beğeniyoruz...Mücalede (mi)?” diye sorar, boşver der gibi yaptığı espriyi beğenmediğini ifade eden bir el işareti yapar.

Yaşam mücadeleymiş...
Sabah mahmurluğuna rağmen tanım yapar gibi şu net yanıtı verir Aysel Hanım:

“Doğumdan ölüme kadar geçen süre”

Hayat belirli süreliymiş...

Öğrenci, yanında oturan iş arkadaşı Deniz’e yöneltir soruyu bu defa:

“ Kuruluş, başlangıç gibi... Yükselme, duraklama, gerileme. Etki tepki silsilesi, kaos, bütünleşme, ayrık durma, sevgi, yok olma, yok etme” diyerek kelimelerle anlatır yaşamı.

Yaşam, var etme; yaşam, yoketme...

Nurcan: “Mücadeledir. Daha romantik düşüneyim, sabah köründe de ne düşünülür ki...hah tamam tamam buldum. Sevdiğimle birlikte özel anları yaşamaktır” cevabını verir.

Öğrenci, "Hayat, zorlama verilen cevaplardır” diye düşünür.

Reyhan: “düşündüm de, galiba hayat bir ayna... Ne verebiliyorsan o yansıyor ve ne kadar cesursan yaşama konusunda o kadar şaşırtıcı ve sürprizlerle doludur” der.

Hayat aynadır. Kocaman sırlı...

İşten eve gider öğrenci. Kendisi henüz soruya cevap verememiştir.

Sevdiği adama sorar. Cevap: “ henüz bilmiyorum, araştırıyorum” olur.

Yaşam araştırmaktır...

Öğrenci avukattır. “Medeni Kanunu’nun 28. maddesine göre: Ana rahmine düştüğü andan itibaren çocuğun sağ ve tam olarak doğmasıdır yaşam” diye düşünür.

Hayat kurallar bütünü(MÜ)dür..

Sonra, memleketlerinde bahçeye bakan, üstü kapalı, birkaç yanı açık sofaya hayat denildiğini anımsar. Ev ahalisinin tüm zamanı burada geçer, salça yapılır, yemek yenir, ölü yıkanır. Canlılık, hareket,yani yaşam, hayatın tam içinde geçer...

Hayat, kocaman memeleri karnına değen, kalçaları fıldır fıldır dönen, beş çocuklu, bazen gülen bazen ağlayan, yazgısı Memed’e bağlı, eksik etek komşu kadındır.

Yaşam, dirimdir, yazgıdır. Var etme, değişme, durumdur..

Öğrencinin baş ağrısı uykuya kayarken biraz azalmıştır. Rüya kapısında bekleyen Hayat, giriş için öğrenciden çok fazla para alır...
Sabiha

23 Şubat 2010 Salı

St. Simon Manastırı


Hatay'a 18 km uzaklıkta, Samandağ'ın en yüksek tepesindeyiz. Bütün nedenlerin başlangıcı ya da cevapların son noktası burası olmalı. Mevsimin kışa döndüğünü unutan arsız bir cır cır böceğinin sesine etkileyici bir sessizlik eklenmiş. Ekim ayında olmamız sebebi ile ortalıkta bizden başka kimse yok. Sanki, yaşamın anlam kazandığı etkileyici bir düşlemdi St. Simon Manastırı.

Burası, M.S. V. yy 'da Terki Dünya Tarikatı'nın merkeziymiş . Simon'un bir manastırda aldığı temel din eğitiminden sonra kendini kentin dışında bir hücreye kapattığı, burada 3 yıl yaşadıktan sonra kentin yakınındaki bir dağa çıkarak kendini bir kayaya zincirlediği ve çevresine çizdiği bir çemberin dışına çıkmadan yaşamaya başladığı rivayet edilmiş. Kayalar üzerine oyulmuş ve kesme taşlardan oluşmuş bu manastırda Simon, 45 yılını birsütun üzerinde geçirmiş. Hala o sütunu görmek mümkün. Simon, evrenin ve yaşamın anlamını bulmaya çalışırken, her şeyden uzaklaşmış ama düşlemine sınırsız güveni sığdırmış. Onun mucizevi güçleri olduğuna inanan insanlar, etrafına toplanmış.
Ulaştığımızda akşam olmak üzereydi. Mavi ve siyah arasındaki bir anı yaşarken, kocaman taş sütunlar, yollar, sarnıçlar daha da büyüdü, büyüdü... İşte bu an, beş duyumun ötesinde bir duygu ile Simon'un mağrur duruşunu hissettim. 45 yılını üzerinde geçirdiği rivayet edilen sütuna çıktım. Güneyde, kızıl saçlı bir kadının işveli devinimlerle Akdeniz'in derinliklerinde yavaş yavaş kaybolduğunu izledim. Doğu'da kıvrıla kıvrıla akan Asi'nin alaca karanlıkta gümüşi bir yılanı andırdığını gördüm. Etrafa Akdeniz'e özgü acı bir ot kokusu yayıldı. Tüm renklerin, seslerin büyüsüne rağmen, kalmakla gitmek arasında kalan manastırın bedbahlığı canımı sıktı. Anlatılanlara göre birçok eser yakın geçmişte hırpanlanmış. Yaşama kültürü olmadığı gibi yaşatma kültürü de yok bizde diye düşündüm. Eğer elvermezsek, St. Simon hakikaten bizi terkedeceğe benzer.

Arkadaşlarım havanın karardığını söyleyerek arabaya ilerlerken, dikdörtgen meydanın tam orta yerinde yalnız kaldım.Sessizlikte, duyamadığım seslerin gürültüsünü hissettim. Hem büyülendim hem ürktüm. Sessizliğe ses verdim ve Simon'a veda ettim.

“ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın, kendin içindeyken, kafan dışındaysa...”

Hatay, Ekim 2009

Sabiha

16 Şubat 2010 Salı

KURGULAR

I. KURGU

Küçük bir dünyası vardı, küçük kadının. Daha çocuktu ve karnı burnuna kadar şişkin. Çocuğu olacaktı, çocuğun. Doğururken gıcırdayan karyolanın demir parmaklıklarını ufacık elleriyle sıkmış, bedenindeki bir başka çocuğa bağırmıştı “Çabuk doğ!” diye. Ayaklarından başına kadar deniz kaplamıştı, her yeri sırılsıklamdı. Parıldayan güneşin etrafı ısıtmaya başladığı vakit, doğdu oğul.

Günlerdir ağlıyordu bebek. Tozlu sundurmanın altında bekleyen kadın suskundu. Alamıyordu kucağına bebeğini…Gözleri haykırdı “Ağlama bebem!” diye.

Üç ay geçmişti. Küçük kadın, ufak dünyasında olduğundan daha küçülmüş, bir noktaya dönüşmüştü. Susmuyordu oğlu. Alıp yeniden bedenine sokmak istedi onu. Büyük nine “Ağlama oğul, başkasının başını yakma oğul!” diye ağıt yakar oldu. Küçük bebeği, büyük bir çınar altına götürdüler. Büyük beyaz bir çaput alıp, dilek dilediler Tanrı’ya “Oğul sussun, sesi çağlayan nehrin sesine karışıp akıp gitsin, bir daha dönmesin” diye. Susmadı…

Yaşam devam ediyordu. Küçük kadın bez yıkıyordu avluda. Daha kucağına alamamıştı oğlunu. Evin ikinci katındaki küçük odada, bebek iç çekerek ağlıyordu. Kadın, ellerinin köpüğü ile oğlunun odasına baktı. Sessiz bir haykırış “Ağlama….” Yanaklarından sığ bir okyanus kaydı.
Kızıl saçlı kadının saçlarını topladığı bir vakit, oğul sustu. Bağırdı bir komşu açık pencereden sokağa “Bebek sustu!”. Küçük kadının kucağına verdiler bebeği ilk defa. Körpe göğüslere yöneldi oğlanın dudakları…Sessizce, gözlerini yumarak emdi sütü ve kadının içindekileri. Bebek de, kadın da rahatladı.

Küçük dünyası olan kadının, dünyasındaki bir başka sokakta büyük nine haykırıyordu “Dede öldü…Yaktın oğul..Ağladın, başkasının başını yaktın oğul!” diye. “Çocuk ağladı. Çünkü ufacık kalbi hissetmişti dedesinin öleceğini…Gün görmemiş ruhunu sıkmıştı, ağırlaşmış, bir o kadar garipleşmiş ihtiyarın cansız bedeni”dediler. Nine haykırıyordu: “Başkasının başını yaktın çocuk!”
Sundurmanın altında misket oynuyordu oğul. Yuvarlak camdan misketleri sarı saçlı kadına tuttu, gözlerini kısarak içlerine baktı. Bakarken ağlamaya başlamıştı. Küçük kadın, korkuyla çocuğa koştu: “Başkasının başını yakma oğul!”. Çocuğun ayağı takılmış, düşmüş, canı acımıştı. Yerden kalktı, ağlayarak üstünü silkeledi…Tozlu yüzünden akan gözyaşlarını koluna sildi…Çamurlu gözlerle baktı ve “Düştüm ana” dedi…

Küçük kadın ile nine, çaresiz ve bilgisiz olduklarından olumsuz kurgu yaptılar. Çocuğun, dedesinin ölümünü hissetmesi, gerçeklikte karşılığı olmayan bir düşünceydi. Bu kurgu, çocuğu hiç yalnız bırakmadı. Çocuk, hayatı boyunca savaşların, afetlerin nedenini kendisi bildi. Mücbir sebeplerin kaynağı oldu…

II. KURGU
Mustafa’ya babaannesi bakardı. Üzeri küçük pembe çiçeklerle bezeli, zemini kahverengi, önden üç düğmeli geniş elbiseler giyerdi Mustafa’nın babaannesi… Elleri çilli, tombul, tipik bir büyükanneydi. Mustafa, babaannesinin kadın olduğunu, kendisini yıkarken kocaman memelerini gördüğünde anladı. İşte o an, elbisenin üzerindeki pembe çiçekler, başından aşağı akan kaynar suya karıştı. Ne büyük hayal kırıklığı ne ürkütücü bir gerçek! Mustafa’nın ninesi kadındı! Zaten Mustafa, babaannesinin adının Zişan olduğunu da liseye gidene kadar bilmedi. Çünkü, Zişan Hanım torunun gözünde büyükanneydi.

Görünürden başka bir şey yok diyebilir miyiz? Olan, hiç de “bu kadar” değil. Mustafa öyle bir kurgu yapmıştı ki, görünürün ardında başka bir şey olmadığına kendini inandırmıştı. Babaannesi bir kadındı, öğrenince de şaşırdı…Kurgu, kafamızda büyüttüğümüz düşünceler ağıdır. Araştırma yapmaksızın edindiğimiz bu yanıltıcı bilgi yumağına göre de: İş yerinde yöneticiler, ulaşılmaz patron... koskoca kadınlar, adamlar ebeveynlerin gözünde bir türlü büyümeyen çocuk…annelerimiz sevişmeyen kadın…Cengiz Gündoğdu yanlış yapmayan adamdır…

III. KURGU
Okumayı seven bir çocuktum. Her şeyi okurdum, elime ne geçerse… Bana uygun olup olmadığını bilmeden… Henüz on yaşındayken Çetin Altan’ın “Viski” adlı bir romanını okudum. Kitaptaki Sarhoş Serseri, kaşık kadar suratı olan, kara kuru sıska kızı bir güzel beceriyordu. Tüm erkeklerin, Sarhoş Serseri gibi davrandığını düşündüm… Öğretmenim… babam… Alper… dayım… Kurgularımdan kaçmak için, bacaklarımı göğsüme kadar çeker, ufaldıkça ufalır, dokunulduğunda tostoparlak olan tespih böceklerine dönerdim. Yanlış bilgi, olumsuz kurgu yapmak için yeterlidir.

IV. KURGU
Kadın kurgular: “Türkiye’ye döneli beş gün oldu ve beni hiç aramadı. Oysa ben onu tam ikiyüz gün bekledim. Dönüşünün üçüncü günü, 3 Nisan… Melis ile buluşmuş. Bana yazdıklarından anlıyorum buluştuklarını... Yıllık iznimi uzaklarda kullanırken, onunla birlikte konsere gitti. İnanmaktan bahsediyoruz, insanı araştırmaktan… Neye inanacağımı bilmiyorum….”
Kadının bilmedikleri: Adam, denizden döndüğü için, henüz karaya adapte olamamış…zaten hiç kimseyi de aramamıştı…3 Nisanda kuzeni Suna ile buluşmuştu. Adam da kadını tam ikiyüz gün beklemişti… Konsere Melis’le gitmişti... çünkü arkadaşıydı.

Sonra… Kurgulayan kadın adama “hicap duydum” başlığı taşıyan bir yazı yazar: “Kendimle hesaplaştım dün. Size davranışlarımın kaynağını buldum. Güvensizlik ve sevgililik ilişkisinin nasıl olması gerektiği hususunda bilgi eksikliği… Güvensizlik sana değil… kadınlara karşı da değil… Melis’e hiç değil… Sanırım kendime. ‘Siz bu öyküye inanıyorsunuz ama nedense kendinize aynı derecede inanmıyorsunuz gibi geliyor bana. Sorun edilemeyecek şeyleri sorun ediyorsunuz ama bunların temeli olmadığı için olduğu gibi üzerinize yıkılıyor… sonra da canınız acıyor’ demiştiniz ya, haklısınız. Kendime inanmıyorum. Birazcık kendime inansam bu kuruntuları yapmayacağım… Olumsuz kurgunun bir örneğini böylece göstermiş oldum… Demek ki, ‘invidia’* denilen ve içimizde olup olmadığını merak ettiğimiz bu kavram, bende ziyadesiyle varmış… ‘Franboğaz’ adlı yazınızı okudukta ‘haklı’ olduğunuzu gördüm, bu durumdan hicap duydum. Kendimi çok kötü hissediyorum, özür dilerim. Size inanıyorum.”

Temelsiz bir yapının altında kalmaktır kurgu… Kendini yakından görmek, bir ders çıkarmaktır.
SON KURGU

Yağmurun ıslak öpücükleri ile sarsılan ağaç dallarının, büyük ürpertiyle yeşil renkli bir orgazm içine girmesini izlemektir kurgu… Bahar olmaktır… düşten, düş ısırmak…

*invidia: Latince’de kıskançlık

Sabiha

İnsanlar Mutluluktan Korkuyor

Sevgili arkadaşım Ayten ve Salih'in nine ve dedesi öldü. İki gündür ölümü düşünüyorum. Doğmakla, ölüme yaklaşırken, yaşamı doyasıyla sürdürmek ne kadar önemliymiş meğerse. Tıkıştırmadan, sindire sindire yaşamak lazım. Benim büyük büyük ninem, “öylesine” yaşamış sanki. İki çocuğu, dört torunu ve on torun çocuğu olmuş ama kendi olmamış. Sabah olmuş, öğle olmuş, akşam olmuş. Yokluk olmuş, açlık olmuş. Kocası genç yaşta yok olmuş. Yoktan, var olmuş. Miş olmuş, muş olmuş ama kendi hiç olmamış...

Yaşamdan zevk alma kültürü nedir bu toplumun? Böyle bir kültürümüz var mı? Bilemiyorum, yaşamdan zevk alma değil de ölümden zevk alma kültürümüz var sanki. Yaşamın değil de ölümün yüceltildiği bir toplumda yaşıyoruz. Hişt, hişt! seslerine kulaklarımızı tıkamış gibiyiz. “Geçim derdi” denen gündelik yaşamla öylesine doluyuz ki. İçimize kapatıyoruz kendimizi. İçimize de açık değiliz işin açık yanı...

Ölümseverliğin temelinde yaşanmamışlık var. Yaşamdan çok ölümü yüceltiyoruz. Toplumun ruhunda sorun var. Mutluluk, güzellik inanılmaz korkutuyor insanları. Mutluluğu yakaladığımızı düşündüğümüz zamanda, kaybedeceğimiz korkusuna kapılıyoruz. Yaşamımızın merkezinde yaşam yok. Tuhaf birşey: sevdim mi ölümüne seviyoruz! Mutlu olduğumuzda bile mutsusuz.


İnsanları engellediğimizde öne sürdüğümüz tez şu: "çünkü seni seviyorum; koruyup kollamak istiyorum." Sevgimizi nedense insanları desteklemek için değil de engellemek için kullanıyoruz. Desteklersek "mutlu" olacaklarından korkuyoruz belki de. Herkesin mutsuz olduğu bir ortamda mutlu olmak çok çok göze batabilecek birşey. Neredeyse "Aa mutlu musun? Ne kadar ayıp..." diyeceğiz.

Mutluluk açımlanmaya muhtaç... Şunu söylemeye çalışıyorum: yaşama karşı olumlu bir tavır takınmak, emek vermek, üzerinde araştırmak, çalışmak, sorgulamak, yaratmak, üretmek...Kaçıyoruz bunlardan. Kaçmak sorunu çözmiyor ki. Yalnızca ertelemiş oluyoruz hayatı. Farkında olmadan kendimizden mi kaçıyoruz?
Sabiha

14 Şubat 2010 Pazar

Soğmatar Harabeleri




Şuayp Şehri'nden kuzeye doğru devam edince, 16 km sonra Soğmatar Harabeleri ile karşılacağımızı okumuştuk ama dağların arasında kayboluyoruz. Her yer taş. Taşa kesilmiş bir anı yaşıyoruz. Taşa tohum ekilmez derler, ekili bir tek çöp göremiyoruz. Sanki bir film setinde, farklı bir gezegene yolculuk yapan gezginleriz.

Ekim ayının son çeyreğinde olmamıza rağmen, hava çok sıcak ve etrafa asfalttan yukarıya doğru bir sıcaklık yükseliyor. "Matar", Arapça yağmur demekmiş. Bir nevi ilahi, tekerleme dilimize takılıyor.



Yağ yağ yağmur,
Tarlada çamur,
Teknede hamur,
Ver allahım ver,
Sellice yağmur.



Aslında kışın bol yağmur alan bu bölgenin taşa kesilmesi, yazın koyun ve keçilerin su ihtiyaçlarını karşılayacak sarnıç ve kuyuların oluşmasını sağlamış ve hatta Hz. Musa'nın bu bölgede çiftlik yaptığına ve Yağmurlu Köyü'deki kuyulardan birinin Hz. Musa'nın asası ile açıldığına inanılıyor.



Oldukça bozuk bir yoldan, etrafı dağ ve yüksek tepelerle çevrili Yağmurlu Köyü'ne (Soğmatar) girdiğimizde, yağmur duasının devamını getirmem gerektiğini anlıyorum: "Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, deve tellal iken, sinek berber iken, ben annemin babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..." İşte bu masal girizgahını yapmanız gerekiyor, çünkü bir masalın içine düşüveriyorsunuz. Köyün ahalisi, altı ile on yaşlarındaki çocuklardan oluşmuş sanki. Her evden ona yakın çocuk çıkıyor. Küçük adamlar, çok az bildikleri yarım yamalak Türkçeleri ile bize yardımcı olmak istiyorlar.



-Abla, tepede yazılar var, göstereyim mi?
- Uzakta mı?
- Yok abla, arabaya bineyim, az ileride...



Arabanın kapısını açıyor ve küçücük poposu ile kocaman popomu iteliyor, ilişiyor, yüzünü cama çeviriyor, bize bakmadan utangaç tavırlarla gitmemiz gereken yeri eliyle işaret ederek anlatıyor. Bir çatak çocukta peşimizden tozu dumanı kata kata geliyor. İstanbul'da hangi çocuk bu kadar fütursuz bir güvenle bir başkasının arabasına biner diye düşünüyorum. Bu çocuklar kuşku duymadan bizi baştan doğru sayıyorlar, inanıyorlar. Belkide bu köyün çocukları, Tanrıların efendisi Sin'in koruması altındadır. Çocuklar ya da köyün küçük adamları, iyi ya da kötüyü adamın gözünden anlıyorlar. Arabadan iniyoruz, elimizden tutarak bizi bir mağraya götürüyorlar. Kırık dökük Türkçeleri ile Pognon Mağrasındaki rölyöfleri gösteriyorlar. 2500 yıldır hiç kıpırdaman duran kral ve tanrı kabartmaları bir dile gelse neler anlatırlar diye düşünüyoruz. Çocuklar sabırsızca elimizden çekleye çekeleye "Kutsal Tepe"ye çıkmamızı istiyorlar. Tanrının unuttuğunu düşündüğümüz bu topraklarda, Soğmatar'ı kuşbakışı gören Kutsal Tepe'de tanrılar ile karşılaşıyoruz. Kayaya oyulmuş, Samaş (güneş) ve Sin(ay) bizleri selamlıyor. 2500 yıldır orada olduklarını ise tepenin üzerine atmış oldukları imzalarından anlıyoruz. Süryanice çivi yazılarını köyün küçük adamları göstermeseydiler kesinlikle göremezdik. Doğu'daki en iyi rehberler köyün çocukları oluyorlar.



Çocuklarla, Kutsal Tepe'den koşa koşa köye indik. Yanımızdaki kalemleri, çikolataları, tokaları verdik. Mahçup ama bir o kadar mutlu, çam sakızı çoban armağanı hediyelerimizi kabul ettiler. Aynı dili konuşamasakta, büyüklerin nerede olduğunu öğrenmeye çalıştık. Yaklaşık bir saat köyde gezinmemize rağmen hiçbir ebeveyne rastlamadık. Küçük adamlardan biri, babasının pamuk toplamaya gittiğini, diğeri, Harran'a nasıl gideceğimizi babasına sorabileceğimizi söyledi. Atladı arabaya, köyün çıkışındaki evine götürdü. Köydeki diğer evlere göre hallice bir evin önünde durduk. Meğer burası köyün okuluymuş ve ailesi burada yaşıyormuş. Okuldan çıkanlar köyün öğrencileri değil, ablası, abisi, maailesiymiş. Gittiğimizde bayramdı ve evin kadınları, çiçekli melamin tabaklarda, yalnızca misafir geldiğinde ikram edilen kurabiyeleri (şehirden alınmış) sundular, bizleri çekingen bakışlarla, kapı ardından izlediler. Kurabiyelerden sonra, şeker, kuruyemiş ikram ettiler. Çok fakir oldukları çocukların çıplak ayaklarından anlaşılan bu köyün, gönlü zengin insanlarına Sin ve Samaş'ın silkelenip güç vermesini diledik.



"Yağ yağ yağmur, teknede hamur tarlada çamur, ver allahım ver Soğmatar halkına aş, hamur."


Urfa, 23.10.2008


Sabiha

“İnsanlar Konuşmak İstiyor”

Bu öykünün diğer öykülerden bir farkı var; canlı, yani yaşıyor. Yazarı bile bir adım sonra neler olacağını bilmiyor. Bu öyküyü yaratan, kendiliğindelik, doğaçlama. Her öykü gibi bu öykü de insanın araştırması. Üzülen, sevinen, acı çeken, seven, konuşmak, sevilmek, sevişmek isteyen; nefret eden, kıskanan, öldürmek, yok etmek isteyen insanın araştırması.

“Doğru”yu beklemiyorum. Doğru, insanı durdurur,dondurur; olduğun yerde çakılıp kalırsın. Bu toplumun insanı kendini hep doğuştan “doğru” zannetti. Daha da kötüsü doğuştan “insan” zannetti. O yüzden kendisine benimsetilen kalıpları papağan gibi tekrar edip durdu. Bu öykü “bekleyen” bir öykü değil, araştıran, yaratan bir öykü...

Sabiha