Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Gökyüzünde büyük bir savaş var sanki. Biri göğe taş atmış olmalı. Canı pek acımış gibi devamlı sulu sepken ağlıyor. Ağlayan gün, üzerinde taş sektiren haylazlara bir şey yapamadığından olsa gerek hırsından sağanağa dönüşüyor. Hava üşüdükçe üşüyor. Dışarıya çıkmaya korkuyorum.
Ofisin içine girmeye çalışan rüzgar değil de, burnundan soluyan gökyüzünün buzul renkli nefesi sanki. Burnundan çıkan boğalar, gördükleri tek kırmızıya, ceketimin al rengine boynuzlarıyla vurmaya çalışıyorlar. Yuvarlak kocaman popom, bütün gün iş yerinde oturmaktan öyle uyuşmuş ki, boynuz darbelerinden kaçmak için, güçlükle yerimden kalkıyorum. içimde uykuya kaymış Amazon kadınını uyandıramadığımdan, dışarıya o büyük savaşa ürkerek çıkıyorum. Allah’tan suratımı yalayan soğuk hava kendimi hemen toparlamama yardımcı oluyor. Hava çok tacizkar. İstemediğimi, kendisinden hiç hoşlanmadığımı yinelememe rağmen, demir kokulu paslı soğuk diliyle kulaklarımı yalıyor. Kime şikayet etsem onu. Tabiat anaya şöyle bir dilekçe verebilsem keşke: Müşteki, Yaz Çocuğu Suna..Sanık, tacizkar kış mevsimi...Suç, sıcak düşleri iğfal. Talep, soğuk havanın, düş meydanında asılması,ele avuca sığmayan tüyleri diken diken eden rüzgarın, iştirakçisi yağmurun, Apollon tarafından uygun görülecek ağır bir cezaya çarptırılması. Şikayet edilen makam, Tabiat Ana, Yaz Mevsiminin ta kendisi..
Kışın geldiği akşamların erken mesai yapmasından belli. Akşamla birlikte, sağanak ağlayan yağmur trafiği lunaparka çevirmiş. Arabaların birbirine çarpması için gişeden jeton almaya bile gerek yok...Herkes birbirine karışmış. Eve nasıl gideceğim bu keşmekeşte bilemiyorum. Üşüyorum, ayaklarım üşüyor.
Kendimi ilerleyemeyen ama beni evime götürecek dolmuşa attım. Üzerimize rahmet mi pislik mi yağıyor anlamıyorum. Bu kente yağmur bile fazla diye düşünüyorum. Yağmur ızgaralarının arasına, göçmüş zamanlar ve yaşamlar sıkışmış olmalı, yağan rahmet ızgaraların arasından kayıp aşağılara akamıyor. Alt yapı-sızlığı-mıza, metropolün kendi pisliğinde büyümesine ağız dolusu küfürler savuruyorum. Kızgın bakışlar ve düğümlenmiş suskunluklarla içten içe yorucu bir sorgulama yapıyorum. Olduğumuz yerde duruyoruz. Durduğumuz yerde yoruluyorum.
Dolmuşta ben dahil sekiz yolcu var. İşten evlerine gitmeye çalışan bu yolculardan biri hariç hepsi yorgun gözüküyor. Yanımda oturan genç kadın, dudaklarında devamlı bir kıpırtı, gözlerini kısarak gülümsüyor. Ne dediğini anlamak için yaklaşıyorum. ”yakutlar, elmaslar” gibi bir şeyler mırıldanıyor. Tam duyamıyorum. Köprünün üzerinden denize bakıyorum. Balıkları düşünüyorum. Balıklar bile ağlıyordur, dışarıdaki soğuk ıslaklıkta. Ağladıkça gözleri daha çok yanıyordur balıkların. Balıklar ağlamasın, üşümesin istiyorum.
Şoför ve sekiz yolcunun nefesi, puslu ve sıkıştırılmış bir zaman oluşturuyor dolmuşun içinde. Sıkılan sekiz kişinin of pufuna, gözlerini kısarak gülümseyen kızın şarkısı karışıyor “yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor”. Akvaryumda balık misali hiçbir yere kaçamayan şoför ve altı yolcu, of pufuna devam ediyor. Ben of pufu ve tırnaklarımı kemirmeyi bırakıyorum. Kadının şarkısını merak ediyorum.
Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor...
Üzerinde taş sektiren ben değilim ki. Git onun başından aşağı dökül. Kaç saattir evime ulaşamadım. Küsüm sana gün. Zaten kendime de küstüm. Moralim de bozuk bugün. İşimde mutlu değilim. Başka şeyler yapabilirim, ama ne? Şey mi olsaydım? Şeyim güçlü değil ki! Her şeye şeytani bir yakınlık hissediyorum. İşim şimdi daha güçleşti, şey olamam. O zaman herhangi bir şey olayım. "Her" kocaya kaçmış, "hangi"nin içi geçmiş. Sanırım aynı işe gitmek gerekecek. Köreliyorum işte. Hiçbir şey olamayacağım. Küsüm sana gün, yüzündeki o kocaman gülümseme ile aynı şarkıyı söyleyen bu genç kadına da kızgın. Gülecek ne buluyor bu keşmekeşte. Dayanamayıp soracağım. ”Gülmüyorum nereden çıkarıyorsun bunu” derse... Varsın desin, soracağım.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. “Balıkları okşayacağına benim sesime kulak ver, akvaryum suyundaki rahat zaman! Apollon, düşlerimin üzerine kurduğum tüm igloolarımı erit! Yaz gel artık” diye. Deli derler. Desinler! Omuz silker, gülüp geçerim şu kadın gibi.
Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.
İyi kulak verince, kadının bu dört kelimeyi tekrarladığını ama her seferinde melodileri değiştirdiğini fark ediyorum.
“Çok ağladım (şu an gökyüzünün yaptığı gibi),
Çok inledim,
Günlerce ben hep dinledim,
Seni nasıl unutmalı,
Bu sevgiyi uyutmamalı”
Dakikalardır gülümseyen kadının ne söylediğini anlamaya çalışırken hem inliyorum hem dinliyorum.
Birbirine ulaşmaya çalışan, acı çeken aşıkların söyledikleriyle dolu tangolar. Aşk acı mı? Böyle de sorulmaz ki, lahmacun siparişini teyit eden bir sualmiş gibi... Acılı, acısız? "Hoop usta çek oradan iki acısız, beş acılı sevda" Tatlı aşk olmaz mı? Tatsız tuzsuz olmasında gerisi mühim değil Aşkolsun! Olsun olsun. Olsun da nereden taktı ağzıma bu tangoyu şu deli kadın...
Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.
Kendi kendime mırıldanmaya başladım bu şarkıyı. Kadın şarkısını mırıldandığımı duyunca şaşkınlıkla ama memnuniyetle bana bakıp daha da kocaman gülümsedi. Aynı anda söyledik tekerleme misali şarkıyı.
Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor.
- Bunu ilk defa duyuyorum.
- Ben uydurdum, yalnızca ben söylerim.
Arabaya bindiğinden beri ilk defa gözlerini kısmadan gülümsedi genç kadın.
- Şarkıyı söylerken gözlerinizi kısıyorsunuz.
- Gözlerimi kısmazsam yakutları ve elmasları göremem ki.
- Yakut mu?
- Evet. Sizde görebilirsiniz.
- Nasıl?
- Bakın...
Dolmuşun ön camını işaret ediyor.
- Otomobillerin arka fren lambaları kırmızı, diğer şeritten gelen arabaların far lambaları ise sarı renk. Gözlerimi kıstığımda yalnızca kırmızı ve sarı renkleri görüyorum. Kırmızı fren lambaları yakut, sarı far lambaları elmas gibi. Trafik sıkıştığında köprüden geçerken boğaz sanki gerdanına sıra sıra elmastan ve yakuttan yapılmış kolyeler takmış gibi gözüküyor. Çok hoşuma gidiyor. Bunları düşünürken kendimi rahat hissediyorum. Tırnaklarımı da koparmıyorum.
Bir kahkaha atıyor. Meğer, O da beni izlemiş farkına varmamışım.
- İçimdeki yarasalar düş gördüğü için böyle düşünüyorum. Baş aşağı düş gördün mü hiç? Her an yerle bir olacağını bile bile.
Dudak büküyorum. Ne garip bir kadın diye düşünüyorum.
- “Düşsünler ne olur ki? Olacağı düş kırıklığı başka bir şey değil” diyor. Gülüşüyoruz...
Elmasları hiç kaçırmadan cebimize doldurmak için genç kadınla birlikte şarkımızı bir ağızdan, gözlerimizi kısarak söylemeye devam ediyoruz.
Yakutlar gidiyor, elmaslar geliyor...
Puslu dolmuş içinde keyifleniyorum. Derken... büyük bir gürültü ile öndeki yakutlardan birine çarpıyoruz.
Şoför arkaya dönüp iki yaramaz kadına “yakutları kaçırdım” diyor.
Küçük kazamız, köprünün gerdanına bol yakutlu bir kolye takıyor.
SABİHA ÇETİNKAYA