I. KURGU
Küçük bir dünyası vardı, küçük kadının. Daha çocuktu ve karnı burnuna kadar şişkin. Çocuğu olacaktı, çocuğun. Doğururken gıcırdayan karyolanın demir parmaklıklarını ufacık elleriyle sıkmış, bedenindeki bir başka çocuğa bağırmıştı “Çabuk doğ!” diye. Ayaklarından başına kadar deniz kaplamıştı, her yeri sırılsıklamdı. Parıldayan güneşin etrafı ısıtmaya başladığı vakit, doğdu oğul.
Küçük bir dünyası vardı, küçük kadının. Daha çocuktu ve karnı burnuna kadar şişkin. Çocuğu olacaktı, çocuğun. Doğururken gıcırdayan karyolanın demir parmaklıklarını ufacık elleriyle sıkmış, bedenindeki bir başka çocuğa bağırmıştı “Çabuk doğ!” diye. Ayaklarından başına kadar deniz kaplamıştı, her yeri sırılsıklamdı. Parıldayan güneşin etrafı ısıtmaya başladığı vakit, doğdu oğul.
Günlerdir ağlıyordu bebek. Tozlu sundurmanın altında bekleyen kadın suskundu. Alamıyordu kucağına bebeğini…Gözleri haykırdı “Ağlama bebem!” diye.
Üç ay geçmişti. Küçük kadın, ufak dünyasında olduğundan daha küçülmüş, bir noktaya dönüşmüştü. Susmuyordu oğlu. Alıp yeniden bedenine sokmak istedi onu. Büyük nine “Ağlama oğul, başkasının başını yakma oğul!” diye ağıt yakar oldu. Küçük bebeği, büyük bir çınar altına götürdüler. Büyük beyaz bir çaput alıp, dilek dilediler Tanrı’ya “Oğul sussun, sesi çağlayan nehrin sesine karışıp akıp gitsin, bir daha dönmesin” diye. Susmadı…
Yaşam devam ediyordu. Küçük kadın bez yıkıyordu avluda. Daha kucağına alamamıştı oğlunu. Evin ikinci katındaki küçük odada, bebek iç çekerek ağlıyordu. Kadın, ellerinin köpüğü ile oğlunun odasına baktı. Sessiz bir haykırış “Ağlama….” Yanaklarından sığ bir okyanus kaydı.
Kızıl saçlı kadının saçlarını topladığı bir vakit, oğul sustu. Bağırdı bir komşu açık pencereden sokağa “Bebek sustu!”. Küçük kadının kucağına verdiler bebeği ilk defa. Körpe göğüslere yöneldi oğlanın dudakları…Sessizce, gözlerini yumarak emdi sütü ve kadının içindekileri. Bebek de, kadın da rahatladı.
Küçük dünyası olan kadının, dünyasındaki bir başka sokakta büyük nine haykırıyordu “Dede öldü…Yaktın oğul..Ağladın, başkasının başını yaktın oğul!” diye. “Çocuk ağladı. Çünkü ufacık kalbi hissetmişti dedesinin öleceğini…Gün görmemiş ruhunu sıkmıştı, ağırlaşmış, bir o kadar garipleşmiş ihtiyarın cansız bedeni”dediler. Nine haykırıyordu: “Başkasının başını yaktın çocuk!”
Sundurmanın altında misket oynuyordu oğul. Yuvarlak camdan misketleri sarı saçlı kadına tuttu, gözlerini kısarak içlerine baktı. Bakarken ağlamaya başlamıştı. Küçük kadın, korkuyla çocuğa koştu: “Başkasının başını yakma oğul!”. Çocuğun ayağı takılmış, düşmüş, canı acımıştı. Yerden kalktı, ağlayarak üstünü silkeledi…Tozlu yüzünden akan gözyaşlarını koluna sildi…Çamurlu gözlerle baktı ve “Düştüm ana” dedi…
Küçük dünyası olan kadının, dünyasındaki bir başka sokakta büyük nine haykırıyordu “Dede öldü…Yaktın oğul..Ağladın, başkasının başını yaktın oğul!” diye. “Çocuk ağladı. Çünkü ufacık kalbi hissetmişti dedesinin öleceğini…Gün görmemiş ruhunu sıkmıştı, ağırlaşmış, bir o kadar garipleşmiş ihtiyarın cansız bedeni”dediler. Nine haykırıyordu: “Başkasının başını yaktın çocuk!”
Sundurmanın altında misket oynuyordu oğul. Yuvarlak camdan misketleri sarı saçlı kadına tuttu, gözlerini kısarak içlerine baktı. Bakarken ağlamaya başlamıştı. Küçük kadın, korkuyla çocuğa koştu: “Başkasının başını yakma oğul!”. Çocuğun ayağı takılmış, düşmüş, canı acımıştı. Yerden kalktı, ağlayarak üstünü silkeledi…Tozlu yüzünden akan gözyaşlarını koluna sildi…Çamurlu gözlerle baktı ve “Düştüm ana” dedi…
Küçük kadın ile nine, çaresiz ve bilgisiz olduklarından olumsuz kurgu yaptılar. Çocuğun, dedesinin ölümünü hissetmesi, gerçeklikte karşılığı olmayan bir düşünceydi. Bu kurgu, çocuğu hiç yalnız bırakmadı. Çocuk, hayatı boyunca savaşların, afetlerin nedenini kendisi bildi. Mücbir sebeplerin kaynağı oldu…
II. KURGU
Mustafa’ya babaannesi bakardı. Üzeri küçük pembe çiçeklerle bezeli, zemini kahverengi, önden üç düğmeli geniş elbiseler giyerdi Mustafa’nın babaannesi… Elleri çilli, tombul, tipik bir büyükanneydi. Mustafa, babaannesinin kadın olduğunu, kendisini yıkarken kocaman memelerini gördüğünde anladı. İşte o an, elbisenin üzerindeki pembe çiçekler, başından aşağı akan kaynar suya karıştı. Ne büyük hayal kırıklığı ne ürkütücü bir gerçek! Mustafa’nın ninesi kadındı! Zaten Mustafa, babaannesinin adının Zişan olduğunu da liseye gidene kadar bilmedi. Çünkü, Zişan Hanım torunun gözünde büyükanneydi.
Görünürden başka bir şey yok diyebilir miyiz? Olan, hiç de “bu kadar” değil. Mustafa öyle bir kurgu yapmıştı ki, görünürün ardında başka bir şey olmadığına kendini inandırmıştı. Babaannesi bir kadındı, öğrenince de şaşırdı…Kurgu, kafamızda büyüttüğümüz düşünceler ağıdır. Araştırma yapmaksızın edindiğimiz bu yanıltıcı bilgi yumağına göre de: İş yerinde yöneticiler, ulaşılmaz patron... koskoca kadınlar, adamlar ebeveynlerin gözünde bir türlü büyümeyen çocuk…annelerimiz sevişmeyen kadın…Cengiz Gündoğdu yanlış yapmayan adamdır…
III. KURGU
Okumayı seven bir çocuktum. Her şeyi okurdum, elime ne geçerse… Bana uygun olup olmadığını bilmeden… Henüz on yaşındayken Çetin Altan’ın “Viski” adlı bir romanını okudum. Kitaptaki Sarhoş Serseri, kaşık kadar suratı olan, kara kuru sıska kızı bir güzel beceriyordu. Tüm erkeklerin, Sarhoş Serseri gibi davrandığını düşündüm… Öğretmenim… babam… Alper… dayım… Kurgularımdan kaçmak için, bacaklarımı göğsüme kadar çeker, ufaldıkça ufalır, dokunulduğunda tostoparlak olan tespih böceklerine dönerdim. Yanlış bilgi, olumsuz kurgu yapmak için yeterlidir.
IV. KURGU
Kadın kurgular: “Türkiye’ye döneli beş gün oldu ve beni hiç aramadı. Oysa ben onu tam ikiyüz gün bekledim. Dönüşünün üçüncü günü, 3 Nisan… Melis ile buluşmuş. Bana yazdıklarından anlıyorum buluştuklarını... Yıllık iznimi uzaklarda kullanırken, onunla birlikte konsere gitti. İnanmaktan bahsediyoruz, insanı araştırmaktan… Neye inanacağımı bilmiyorum….”
Kadının bilmedikleri: Adam, denizden döndüğü için, henüz karaya adapte olamamış…zaten hiç kimseyi de aramamıştı…3 Nisanda kuzeni Suna ile buluşmuştu. Adam da kadını tam ikiyüz gün beklemişti… Konsere Melis’le gitmişti... çünkü arkadaşıydı.
Sonra… Kurgulayan kadın adama “hicap duydum” başlığı taşıyan bir yazı yazar: “Kendimle hesaplaştım dün. Size davranışlarımın kaynağını buldum. Güvensizlik ve sevgililik ilişkisinin nasıl olması gerektiği hususunda bilgi eksikliği… Güvensizlik sana değil… kadınlara karşı da değil… Melis’e hiç değil… Sanırım kendime. ‘Siz bu öyküye inanıyorsunuz ama nedense kendinize aynı derecede inanmıyorsunuz gibi geliyor bana. Sorun edilemeyecek şeyleri sorun ediyorsunuz ama bunların temeli olmadığı için olduğu gibi üzerinize yıkılıyor… sonra da canınız acıyor’ demiştiniz ya, haklısınız. Kendime inanmıyorum. Birazcık kendime inansam bu kuruntuları yapmayacağım… Olumsuz kurgunun bir örneğini böylece göstermiş oldum… Demek ki, ‘invidia’* denilen ve içimizde olup olmadığını merak ettiğimiz bu kavram, bende ziyadesiyle varmış… ‘Franboğaz’ adlı yazınızı okudukta ‘haklı’ olduğunuzu gördüm, bu durumdan hicap duydum. Kendimi çok kötü hissediyorum, özür dilerim. Size inanıyorum.”
Temelsiz bir yapının altında kalmaktır kurgu… Kendini yakından görmek, bir ders çıkarmaktır.
SON KURGU
Yağmurun ıslak öpücükleri ile sarsılan ağaç dallarının, büyük ürpertiyle yeşil renkli bir orgazm içine girmesini izlemektir kurgu… Bahar olmaktır… düşten, düş ısırmak…
*invidia: Latince’de kıskançlık
Sabiha