16 Şubat 2010 Salı

İnsanlar Mutluluktan Korkuyor

Sevgili arkadaşım Ayten ve Salih'in nine ve dedesi öldü. İki gündür ölümü düşünüyorum. Doğmakla, ölüme yaklaşırken, yaşamı doyasıyla sürdürmek ne kadar önemliymiş meğerse. Tıkıştırmadan, sindire sindire yaşamak lazım. Benim büyük büyük ninem, “öylesine” yaşamış sanki. İki çocuğu, dört torunu ve on torun çocuğu olmuş ama kendi olmamış. Sabah olmuş, öğle olmuş, akşam olmuş. Yokluk olmuş, açlık olmuş. Kocası genç yaşta yok olmuş. Yoktan, var olmuş. Miş olmuş, muş olmuş ama kendi hiç olmamış...

Yaşamdan zevk alma kültürü nedir bu toplumun? Böyle bir kültürümüz var mı? Bilemiyorum, yaşamdan zevk alma değil de ölümden zevk alma kültürümüz var sanki. Yaşamın değil de ölümün yüceltildiği bir toplumda yaşıyoruz. Hişt, hişt! seslerine kulaklarımızı tıkamış gibiyiz. “Geçim derdi” denen gündelik yaşamla öylesine doluyuz ki. İçimize kapatıyoruz kendimizi. İçimize de açık değiliz işin açık yanı...

Ölümseverliğin temelinde yaşanmamışlık var. Yaşamdan çok ölümü yüceltiyoruz. Toplumun ruhunda sorun var. Mutluluk, güzellik inanılmaz korkutuyor insanları. Mutluluğu yakaladığımızı düşündüğümüz zamanda, kaybedeceğimiz korkusuna kapılıyoruz. Yaşamımızın merkezinde yaşam yok. Tuhaf birşey: sevdim mi ölümüne seviyoruz! Mutlu olduğumuzda bile mutsusuz.


İnsanları engellediğimizde öne sürdüğümüz tez şu: "çünkü seni seviyorum; koruyup kollamak istiyorum." Sevgimizi nedense insanları desteklemek için değil de engellemek için kullanıyoruz. Desteklersek "mutlu" olacaklarından korkuyoruz belki de. Herkesin mutsuz olduğu bir ortamda mutlu olmak çok çok göze batabilecek birşey. Neredeyse "Aa mutlu musun? Ne kadar ayıp..." diyeceğiz.

Mutluluk açımlanmaya muhtaç... Şunu söylemeye çalışıyorum: yaşama karşı olumlu bir tavır takınmak, emek vermek, üzerinde araştırmak, çalışmak, sorgulamak, yaratmak, üretmek...Kaçıyoruz bunlardan. Kaçmak sorunu çözmiyor ki. Yalnızca ertelemiş oluyoruz hayatı. Farkında olmadan kendimizden mi kaçıyoruz?
Sabiha