Mavi mürekkep, yıldızlar, balık, güneş, akşam üzeri çay, petibör, kıyıya bağlanan halatların gergin sesi, kıçta bayrağın dalgalanması, yelkenlerin rüzgardan gebe kalması, Bodrumlu kaptanın anlaşılmayan Türkçesi, kıyının vedası, denizin kucaklaması, sesler, renkler ve koylar... Güney davet etti, biz icabet ettik. Mavi yolculuğa başlıyoruz.
İstanbul’dan İzmir’e uçakla geçtik. Şeker Bayramı olması nedeniyle Dalaman’a uçuş fiyatları oldukça uçmuş. İşte böyle dönemleri tüm hizmet sektörleri esnek uçuk (!) fiyat uygulması ile oldukça iyi kullanıyorlar. İzmir’e uçakla gitmek can simidimiz oldu. Havaalanından otogara belediye otobüsleri var. Otuz beş dakikada otogara geçtik ve Marmaris’e yaklaşık dört saatte ulaştık. İstanbul-Marmaris mesafesini daha az yorgunluk ile tamamladık.
Hangi teknede yolculuk edeceğimizi Marmaris’e ulaştığımızda acentayı arayarak öğrendik. Teknemizin adı Tanyeli 1. Bağlama limanı Bodrum olan, 1998 yapım tarihli Tanyeli’nde dokuz kabin varmış. Dokuz kabin 18 yolcu demek. Bakalım karşımıza kimler çıkacak?
Tekneyi hiç aramadan bulduk. Bizi kaptan karşıladı. Kaptanımızın ismi Mustada Bozkurt. Bodrum Mazı köyünden. Buraların yerlisi. Güler yüzlü. Diğer mürettebat: stajyer Niyazi, aşçı Beyhan (ayrıca teknenin sahibi), kızı Pelin, oğlu Mehmet. Teknedeki diğer misafirler ise Alman. On iki Alman, dört Türk. Hadi hayırlısı…

Tekneye en son katıldığımız için, guletin kıç tarafında kalan son iki kamaraya yerleşiyoruz. Güverteye çıktığımızda her bir sandalyeye konulmuş havlular dikkatimizi çekiyor. Alman misafirlerin kendi yerlerini belli etmek için arkalarında bir iz bırakmak istediklerini akşam yemeğinde anlıyoruz. Her biri kendi havlusunun olduğu sandalyeye oturuyor. Mavi yolculuklarda pek alışık olmadığımız bu durum karşısında şaşırıyoruz. Sahilde şezlong kapmak için havlularını bırakanlar misali yerleri kapılmasın diye yemekten bir saat önce masaya kuruluyorlar. Kişi sayısına uygun olmayan masaya, gemiye son gelen Türkler oturamıyor. Nuhun gemisine çıkamamış gibi bakıp kalıyoruz. İptidai bir çözüm olsa da on iki havarinin düzenini bozma bahasına masaya yapılan bir ekleme ile pilav, salata, yoğurtlu semizotu ve patatesli tavuktan oluşan yemeğimizi yiyoruz.

Masa... Farklı kişileri bir araya toplayan dört ayaklı tabla, bu defa anlaşmazlığın kaynağı oluyor. Yola çıkmadan masa sorununa kaptanın çözüm bulacağını ümit ediyoruz. Marmaris Marina’da yürüyüş yapıp dinlenmek için teknemize geliyoruz.
Tekne turları genel olarak Cumartesi başlangıç ve Cuma bitiş şeklinde düzenleniyor. İlk gece kalkış limanında konaklanıyor. Marinalar, eğlence yerlerine ve restaurantlara yakın olduğu için müzik sesi belli bir süre sonra gürültüye dönüşüyor. Güvertede uyumak pek mümkün değil, sıcak kamarada yarı uykulu yarı uyanık çokça tilki misali bir uyuklama ile sabahı ediyoruz.
Kaptan boş bir kağıdın üzerine isim, uyruk ve doğum tarihlerimizi yazmamızı istiyor. Tüm ekibe çıkış için liman başkanlığından gerekli izni alıyor. Her çıkış yetmiş beş liraymış. İzni almadan denize açılanlar olabiliyormuş. Limanda genel disiplini sağlamak, giriş ve çıkışları rahat yapabilmek ve sanırım en önemlisi çevrenin korunmasını sağlayabilmek için bu izinler gerçekten çok önemli.
Yola çıkmadan evvel acenta tura ilişkin bilgi vermeye geldi. Alman misafirlerin masadaki sıkışıklığa ilişkin şikayetlerini dillendirmeleri, masa sorunsalından muzdarip olan biz Türkleri (asında daha çok beni) kızdırdı. Açıkcası sorun, tekneyi komple kiraladığını düşünen Almanların yanına charter kabin satan acentadan başkası değil. Türkiye’de turizm işleri oldukça iptidai yapılıyor. Tüm verileri dikkate alarak kabin satmaları gerekirken, yalnızca ceplerine koyacakları eurolara bakıyorlar. Ne mi oluyor? Tatile anlam yükleyerek gelen onlarca huzursuz kişinin sıkıntıları evreni sarıyor. Turizm bakanlığı işletmelerde turizmin nasıl olması gerektiğine ilişkin bilinci oluşturmaz ise seksen milyon kişi olarak daha çok seksen milyon turist bekleriz. Hiç bir şeyde olmadığı gibi turizmde de geleneğimiz oluşmamış. Acentadaki İdris Bey ile tatsız bir konuşma yaptıktan sonra kerhen yola çıkmaya hazır hale geldik. Ağzımızın tadı bozulmasın diye koltuk kavgasını bırakıp Kaptanla bir ittifak yaptık. Sabah ve öğle yemeklerini içerdeki yaşam mahallinde, akşam yemeklerini başa konulacak masada yemeye karar verdik. Allah selamet versin. Haydi çıkalım yolumuza...

İlk koyumuz Ekincik. Mavi renkli mürekkebin içinde yüzüyormuş hissini veren suya balıklama atlıyoruz. Tenimize bilmediğimiz bir öykünün kelimeleri yapışıyor. Biraraya geldiklerinde Akdeniz, her mavi yolcuya anlattığı mavi hikayeyi kulağımıza fısıldayacak sanki. İyotun kokusu o denli güçlü ki, deniz oluyoruz. Trafikten, kalabalıktan, hırstan, egodan, geçim derdinden hıncımızı alır gibi kulaç atıyoruz. Yorulmak, özgür kalmak hissini uyandırıyor. Özgürlük karnımızı acıktırıyor. Fasülye, pilav, salata ve yoğurtlu semizotundan oluşan öğle yemeğimizi yiyoruz. Beyhan Abla, iki çocuk annesi olmanın verdiği tecrübe ile yirmi üç kişiye hakkını vere vere yemeklerini yapıyor. Leziz öğle yemeğinden sonra, usturmaçalarımızı (*) dinlendirmeye alıyoruz.

Mavi yolcukluklarda, dergi, kitap, gazete kıç taraftaki masanın üzerinde durur ve kitapların kapakları rüzgarın etkisi ile açılır kapanır, açılır kapanır. Yolculuk sonunda turu ziyadesi ile tamamlayanlar aslında işte bu kitap ve mecmualardır. Maviyi izlerler, kulaç atanları görürler, denizden yeni çıkmış sahibinin tenine yapışan tuza özenir bezenirler. Seyir sözcükleri olarak kalırlar ama zamanın doldurulmasını da sağlarlar. İçimiz öyle bir geçer ki güneş yağı sürdüğümüz göğsümüze pat diye düşer kitaplar. Tatil sonunda kitaplarda yaşanmışlık vardır. Güneş yağı, deniz tuzu, uçları kıvrılmış güneşin kavurduğu sayfalar...
Öğle dinlencesinden sonra cumburlop denize atladık. Batmakta olan güneşi yakalamak için, Batıya yüzdük. Günü denize ittik. Güneşin denize düşmesi kor demirin suya değmesi gibiydi. Gün avuçlarımızdan denize akıp kaydı, gitti.
Denizden çıktıktan sonra hepimizin yüzü kıpkırmızıydı. Güneş parmak ucuyla dokunmuş olsa da bir tokat misali kızartmıştı yüzümüzü. Bol bol kremlendik. Tenimizin kreme hasretini izledik. Güverteye çıktığımızda akşam yemeğinin hazırlıkları başlamıştı. Çatal kaşık sesleri, bordaya (**) çarpan denize karışıyor. Balık, borani, domatesli makarna ve salatadan oluşan menümüze, kadim dostumuzun doğum gününü de ekliyoruz. Havaya kaldırdığımız kadehlerin içine sanki buz değil, gökyüzündeki yıldızlar boca edilmiş gibi (***). Bütün bir ömür boyu sağlık ve aşk diliyoruz. Çikolatalı keke koyduğumuz mum üflediğinde, yarın bugün oluyor. Gün, geceye dönüyor. Rüzgar duruyor. Sesler soluyor. Binlerce yıldızın altında güvertede uyuyoruz.
(*)Her tür deniz aracının rıhtım, iskele gibi yerlere yanaşmaları sırasında olabilecek çarpmaları önleyici nitelikte halat, ağaç, lastik, plastik gibi esnek malzemeden yapılmış, sabit veya taşınabilir yastık (www.tdk.org.tr) Belin iki yanında toplanan tombik yağ tabakası J(copy right by ozkan kus)
(**)Geminin veya kayığın yanı, alabanda karşıtı (www.tdk.org.tr)
(***) Üstün Doğan
Hamiş:
Mavi yolculukta mutlaka yanınıza;
1. Şnorkel, maske, palet,
2. Güvertede yatılacağı için mevsime göre polar/uzun kollu t-shirt/mont/eşofman altı/çorap,
3. Özellikle Göcek bölgesinin yeşili bol olması sebebi ile sivrisinek kovucu,
4. Güneş kremi, güneş losyonu, Bepanthen (küçük yaralar ve yanıklar için krem),
5. Çok sık denize girileceği için havı bol olan havlu yerine suyu çok kolay emen taşıması pratik çantada yer kaplamayan peştamal,
6. 7 gün süren yolculuğunuz için Cevat Şakir’in Deneme kitaplarından Anadolu Efsaneleri’ni, Anadolu Tanrıları’nı, Merhaba Anadolu’yu,
almalısınız.
28.08.2011’Göcek-Mavi (ilk gün)
Sabiha