“Hasta bu odada sekiz sene yattı. Sekiz sene dinledik sesini...”
Bu cümleyi yazdıktan sonra, ikincisinin, üçüncüsünün, gerisinin geleceğini düşündüm; ama ilk yazılmış olma kavgasına giren cümlelerin yaygarasından yazamadım. Yazmam gerekeni duyamadım. Cümlelerin peşinden gelecek sahneleri, karakterleri, günlerce düşünmüş ve tasarlamıştım; fakat var olmaları için yazıya dökülme hallerini ıskalamışım. İlk cümleyi yazdıktan sonra takıldım.
O halde başlayalım öyküye... Hasta, bir kadın olsun... Her zaman iç sesine kulak veren bir kadın...Bahar koyalım adını. Bahar düşünsün... Biz düşünü izleyelim...
“Böyle anlar da ölmek istiyorum. Yaşamda cesareti gerektiren iki sınır var. Birinci sınır, ölüm... İkinci sınır, delilik...İkinci sınır, birincisine nazaran bana daha yakın. Aslında bu sınıra yaklaşmak için cesur olmama bile gerek yok. İçimde biriktirdiğim olumsuz toplamlar, birden bire topumun ya da ailemin karşısına çıkacak... Öyle şaşıracaklar ki, tek bir şey söyleyecekler: “Delirmiş!”
Bahar’a bu düşünce ile ağır bir sorumluluk verdik. Hikayenin bir bölümünde ya ölmeli ya delirmeli... Bahar aklını yitirmiş. Delilik de, bir odada sekiz sene yatmak için akla yatkın bir neden gibi. Başınızı sallamanızdan, hepimizin bu sebebi onayladığını anlıyorum. Hatta bir adım ileri gidebiliriz. Bahar’a hareketlerini engelleyen bir gömlek biçebiliriz. Beyaz renkli, kollarını kıpırdatamayacağı, amerikan bezinden, saldırganlığını engelleyecek bir gömlek. Aslında saldırgan olup olmadığını dahi bilmiyorum... O halde bilmek için, Bahar’ın iç dünyasında biraz daha yol almalıyız...Düşünde parmak izimiz kalacak ama düşünden düş koparalım. İçine bakalım...
“Bu iki sınır üzerinde çok düşündüm. Yaşadığım evrenle, düşümdeki dünya arasındaki uzaklık beni çok yordu. Tanımadığım bir sanrı içindeyim. Tanımadığım dostlarım var ve tanımadığım sevgilim. Bilmediğim ve hatta bilemeyeceğim sevgilimi koşulsuz seviyorum. Onun için güzel oluyorum. Gözüm her seferinde pürtelaş içinde, gözüne değdiğinde daha çok parlamak için bekliyorum. Varlığımı bilmemesine rağmen, her günü onu görmek arzusu ile kucaklıyorum. Küçük bir kız gibi oyun oynuyorum. Otobüste, metroda, kütüphanede karşısına çıkıyorum. Bunu neden yapıyorum bilmiyorum. Kendimi üzüyorum. Gözümün aradığı belki de ömrümün bu deminde aradığım kişi, beni farketmiyor. Çok tuhaf, aklımı hükmümün altında tutamıyorum. Zavallıyım... Alçakça aklım benimle dalga geçiyor.”
Bahar’ın kafasını bunca karıştıran, platonik aşkıdır. Sınavlara hazırlanmak için her gün gittiği kütüphanede görüyor adamı. Başlangıçta merak ettiği kişi, tutkusu olmuş çıkmış. Öyle ki bir kağıda “şeytan azapta gerek. Günümün üzerinde yürüyen sizi çok merak ediyorum” yazıp, ilkokul çocukları gibi adamın çalıştığı masaya bırakıyor gizlice. Yüzlerce kişinin çalıştığı bir kütüphanede, masanın üzerine bırakılmış böyle bir pusula bulsaydınız ne yapardınız? Şaşırır, belki de merak eder ya da kızardınız. Bahar’ın sevgilisi (adam bilmese bile) ise: “Mutlaka biri dalga geçmek için yaptı. Kimbilir hangi piç?” diye düşünür. Adamın gözüyle piçi bulmak için tararız çalışma salonundaki her yüzü. Bulabildik mi? Hayır.
“Yeni bir oyun öğrendim. Karşıtlıklar üzerine temellendirme... Birbirine karşıt olanlar oyunda karşılıklı duruyorlar. İyi-kötü, yapılması gerekenler-yapılmaması gerekenler, birey-toplum... Tüm bu karşıtlıklardan yola çıkılarak bir değer oluşturuluyor. İnsanın iç dünyasında geliştirdiği düşüncelerin, davranışları ile uygun düşmesi halinde karşıtlıklar üzerine temellendirme tamamlanıyor ve “ahlak” sahnenin tam ortasında tüm alkışları topluyor. Oyunda en çok “iyi”den bahsediliyor ama iyiyi bir türlü göremiyoruz. Çünkü iyi, benimsenen olduğundan, tıpkı yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenlerde olduğu üzere, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişiyor. Ama, toplumun belirleyiciliğine tapıyorsunuz... Hiçbiriniz, kişisel seçimimi onaylamıyor. Bencil böcekler! Ben bu oyunu alkışlamıyorum. Ahlaksızın tekiyim.”
Bu denli aklı başında bir hastayı sekiz yıl boyunca kimler dinledi dersiniz? Yazan gitti, delilik bitti.
Sabiha