30 Haziran 2011 Perşembe

Niçin Yazıyorum?

Kadın, adama:
- Orada duracak mısın, yoksa bir şeyler yapacak mısın? dedi.

Bu cümle, bir filimde okuduğum altyazıydı. İki seçeneğim vardı. Ya duracaktım ya bir şeyler yazacaktım. Durmadım, cümleyi okuduktan sonra yazmaya başladım.

“Yavaş yavaş, ana rahmindeki cenin gibi bekleyerek, var varlık olmak, yazmak, yazmak istiyorum.”

diyerek cümlemi tamamladım. Gezmek, görmek, fotoğraflayarak anlatmak için yazmak istiyorum. Yazma isteğim katlanarak katmerleniyor ve fakat tıkış tıkış yaşadığımız "modern"  hayat ayağıma çelme takıyor. İş güç derken geçiyor zaman. Yaşamın yağmalanması değil mi bu? Zenginliklerimiz elimizden alınıyor. Kurnazlıkla beş duyumuza müdahale ediliyor. Kendimize hayrımız dokunuyor mu? Nerde... Kendime hayrım olsun diye gözümün gördükleri dile gelsin diye yazıyorum.  Gördüklerimin ömrü uzun olsun, yenileri doğsun istiyorum. Bunun için kendimi kendimden ve yağmacılardan korumalıyım. Amin!

29 Haziran 2011 Çarşamba

173. gün

23 Eylül 2001
Pazar-İstanbul
173. gün

Sabah yine geç kalktım. Nedir bu yorgunluğun sebebi bilmiyorum. Günü geç yakalamanın sıkıntısı yok içimde. Miskinlik yapmak hoşuma gitti.

Gazeteleri karıştırırken, Nurettin ve Sabuha ile yapılan röportaja rastladım. Yazı, zamanımızın böyle aşkları kabul etmediğini ve hatta bu devrin bu tür aşkları kustuğunu anlatıyordu. Oluyormuş işte! Basbayağı oluyormuş. Birbirini bekleyen insanlar ve zamanlar varmış. Sabuha on beş yıl beklemiş Nurettin’i. Tam tamına altmış mevsim gelmiş ve geçmiş… Senin buralarda olman için, topu topuna iki mevsim gelecek ve geçecek. Hiç mühim değil, beklenir efendim. Bizimki de bu zamanın kabul görmediklerinden sanki.

Lespos’un (Midilli) hikayesini anlatmıştım. Hani şu sevicilerin memleketi… Gazetedeki bir başka haberde de Midilli’den göçen Sabiha Hanım’ın hikayesi vardı. Sabiyanım, zamanı savaş geçmeden az evvel Lespos’dan, zamanın savaş gösterdiği bir vakit, kuş uçuşuyla on beş dakikalık uzaklıktaki yeni vatan Assos’a göç etmiş. Şimdi, siyah beyaz bir fotoğrafına bakıyorum. Ne şık, ne zarif. Kolunda beyaz çantası… İçinde muhtemelen dantelalı bir mendil var. Ferah kokmak için limon çiçeği kolonyası hiç eksik olmaz. Yüksek ökçeli siyah beyaz ayakkabı, çok nadir güneş gören beyaz ayak bileklerini daha çok ortaya çıkarmış. Şapka, güneşin parlaklığından mı yoksa ayrılığın verdiği hüznü gizlemek için mi takılmış bilemem fakat Sabiyanım’ı pek hoş ve gizemli yapmış. Şapkadan yüzüne düşen gölge Sabiyanım’ı daha da bir “düş kadın” gibi göstermiş. Düşümde yürüdü Sabiyanım, geçti, gitti…

Hamiş:
  1. Bana gönderdiğin ilk mesajda:
Bu öykünün diğer öykülerden bir farkı var; canlı, yani yaşıyor. Yazarı bile bir adım sonra neler olacağını bilmiyor. Bu öyküyü yaratan, kendiliğindelik, doğaçlama. Her öykü gibi bu öykü de insanın araştırması. Üzülen, sevinen, acı çeken, seven, konuşmak, sevilmek, sevişmek isteyen; nefret eden, kıskanan, öldürmek, yok etmek isteyen insanın araştırması.

“Doğru”yu beklemiyorum. Doğru, insanı durdurur,dondurur; olduğun yerde çakılıp kalırsın. Bu toplumun insanı kendini hep doğuştan “doğru” zannetti. Daha da kötüsü doğuştan “insan” zannetti. O yüzden kendisine benimsetilen kalıpları papağan gibi tekrar edip durdu. Bu öykü “bekleyen” bir öykü değil, araştıran, yaratan bir öykü...

diye yazmıştın. Mesajı birçok kez okudum. Ne yazacağımı bilemiyordum. Aslında yalnızca senin nasıl biri olduğunu düşünmüştüm. Öykünün devamını o kadar çok merak ediyorum ki... Devamı için yazmalıydım... Bir cümle yazdıktan sonra, ikincisinin, üçüncüsünün, gerisinin geleceğini düşündüm ama olmuyordu işte, aklım karışıyor, yazamıyordum.

Yazamadığım için değil ama hiç tanımadığım biri için düğümlendim ve sinirlendim. İlk cümleyi yazdıktan sonra takıldım kaldım. Bir öykü yaratacaksam, yazmadan evvel incelemeli, bakmalı, dokunmalı... Kim olduğunu dahi bilmiyordum. İmgeç devamlı yanıp sönüyordu. Boş sayfanın üzerinde bir var, bir yok oluyordu. Bu daha çok sinirimi bozdu. Diğer bölümlerin hatırına, kendimi ateşe attım ve haydi bismillah diyerek sana yazmaya başladım. Ne iyi etmişim, etmişsin.

2- Gemide olmak gerçekten zor olmalı. Umarım gemidekileri sevmişsindir. Yaşamayı sevdiği gibi, insanları da seven “düş adamım” için sorun yoktur eminim.

3- Seni seviyorum.

28 Haziran 2011 Salı

"175 ve 174. gün"

21 Eylül 2001
İstanbul-Cuma
175. gün

Gideli bir hafta oldu. Seninle ilgili bir haber alınca, bana iletmesini istemiştim Kamikazemden. Babanız aramış. Singapur’da gemiye bindiği öğrenmişler. Nihayet seninle ilgili iyi haber ama geminin nereye gittiğini söylememişler. Meçhule gitmeyin de, nereye giderseniz gidin, baharda buraya döneceksiniz ne de olsa…

22 Eylül 2001
İstanbul-Cumartesi
174. gün

Bütün gün evdeydim. İşe gitmek için büyük bir isteksizlikle uyandım. Her sabah yaptığım gibi, ilk önce yatağımı düzelttim. Sonra banyoya gittim. Yüzümü yıkarken aynaya baktım ve kendimi sırlı dünyada gördükte bugünün “Cumartesi” olduğunun farkına vardım. Bakıştığım neşesiz, ahmak yüze dil çıkartmadım ama için içinde keyiflendim.”Bugün işe gitmeyeceğim” Düzelttiğim yatağın üzerine kendimi fırlatıp attım. “Ne güzel işe gitmeyeceğim”. Bütün gün evde kaldım.

Aslında Kamikaze bugün yemeğe davet etmişti. Gidebilirdim ama Sarıyer Singapur’dan daha uzak gözüktü gözüme. Hiçbir yere gitmedim, evdeydim.

Şimdi… Azize Mustafa Zadeh’i dinliyorum. Yatağımın üzerinde Orhan Veli, Özdemir Asaf... Leonard Cohen göz ucu ile ne yaptığımı gözetlemekte. Başımın içinde bir gemi. Gemi balık izlerini takip etmekte... Balık izlerinin sesi uğultulu bir şekilde başımın içinde dolanmakta. Notaların içimden çıkmasını istemiyorum. Bu yüzden kulaklarımı parmaklarımla tıkadım, gözlerimi sımsıkı yumdum, burnumu içinde deniz olan bir resme gömdüm. İzlerin sesinde seni gördüm ve… gemiler geçmeye başladı başımın içinden.

Bugün Fikret Kızılok öldü. Annemle Büyükada’ya gitmiştim bir hafta sonu. Gemide görmüştüm. Tombuldu, yaşlıydı. Çok mütevazi görünüyordu.

“Yıllar geçse de üstünden
Bu kalp seni unutur mu?
Kader gibi istemeden
Bu kalp seni unutur mu?
Bir hasretlik yüzün vardı
Içimde bir hüzün vardı.
Söyleyecek sözüm vardı.
Bu kalp seni unutur mu?
Bu kalp seni unutur mu?
Bu kalbim seni unutur mu?”

Televizyonda izledim. Sedyedeydi ve zayıflamıştı. Çok üzüldüm öldüğünü duyunca. Burnum sızladı, ağlamadım. Yağmur olur yağar üzerimize, yakın oluruz. Bu kalp onu unutur mu?

Yaklaşık yedi yıldır görmediğim bir arkadaşımla telefonla konuştum. Bana mektup göndermesini istedim eskisi gibi. “Olur” dedi. Bugün de üç kişiye mektup yazdım. Aynı şeylerden bahsettim. Bir kişinin üç ayrı kişiye anlatacak, üç aynı ama değişik yorumlu hikayesi olabiliyormuş. Uzun zamandır, hiç kimseden mektup almadım. Yoksa bilmeden kırdım mı birilerini? Hayır, böyle bir şeyde olmadığını biliyorum. Peki o zaman niçin posta kutumda çöreklenerek oturan bir boşluk var. Senin ve diğerlerin mektuplarını heyecanla bekliyorum.
Hamiş:
1. Seninle içtiğimiz uzo şişesinin içine, Patara’dan aldığım taşları, Assos’tan topladığım deniz kabuklarını doldurdum. Şişenin içine, denizi, maviyi, kendimi ve seni koydum. Bir görmen gerek.
2. Seni seviyorum.