23 Eylül 2001
Pazar-İstanbul
173. gün
Sabah yine geç kalktım. Nedir bu yorgunluğun sebebi bilmiyorum. Günü geç yakalamanın sıkıntısı yok içimde. Miskinlik yapmak hoşuma gitti.
Gazeteleri karıştırırken, Nurettin ve Sabuha ile yapılan röportaja rastladım. Yazı, zamanımızın böyle aşkları kabul etmediğini ve hatta bu devrin bu tür aşkları kustuğunu anlatıyordu. Oluyormuş işte! Basbayağı oluyormuş. Birbirini bekleyen insanlar ve zamanlar varmış. Sabuha on beş yıl beklemiş Nurettin’i. Tam tamına altmış mevsim gelmiş ve geçmiş… Senin buralarda olman için, topu topuna iki mevsim gelecek ve geçecek. Hiç mühim değil, beklenir efendim. Bizimki de bu zamanın kabul görmediklerinden sanki.
Lespos’un (Midilli) hikayesini anlatmıştım. Hani şu sevicilerin memleketi… Gazetedeki bir başka haberde de Midilli’den göçen Sabiha Hanım’ın hikayesi vardı. Sabiyanım, zamanı savaş geçmeden az evvel Lespos’dan, zamanın savaş gösterdiği bir vakit, kuş uçuşuyla on beş dakikalık uzaklıktaki yeni vatan Assos’a göç etmiş. Şimdi, siyah beyaz bir fotoğrafına bakıyorum. Ne şık, ne zarif. Kolunda beyaz çantası… İçinde muhtemelen dantelalı bir mendil var. Ferah kokmak için limon çiçeği kolonyası hiç eksik olmaz. Yüksek ökçeli siyah beyaz ayakkabı, çok nadir güneş gören beyaz ayak bileklerini daha çok ortaya çıkarmış. Şapka, güneşin parlaklığından mı yoksa ayrılığın verdiği hüznü gizlemek için mi takılmış bilemem fakat Sabiyanım’ı pek hoş ve gizemli yapmış. Şapkadan yüzüne düşen gölge Sabiyanım’ı daha da bir “düş kadın” gibi göstermiş. Düşümde yürüdü Sabiyanım, geçti, gitti…
Hamiş:
Bana gönderdiğin ilk mesajda:
Bu öykünün diğer öykülerden bir farkı var; canlı, yani yaşıyor. Yazarı bile bir adım sonra neler olacağını bilmiyor. Bu öyküyü yaratan, kendiliğindelik, doğaçlama. Her öykü gibi bu öykü de insanın araştırması. Üzülen, sevinen, acı çeken, seven, konuşmak, sevilmek, sevişmek isteyen; nefret eden, kıskanan, öldürmek, yok etmek isteyen insanın araştırması.
“Doğru”yu beklemiyorum. Doğru, insanı durdurur,dondurur; olduğun yerde çakılıp kalırsın. Bu toplumun insanı kendini hep doğuştan “doğru” zannetti. Daha da kötüsü doğuştan “insan” zannetti. O yüzden kendisine benimsetilen kalıpları papağan gibi tekrar edip durdu. Bu öykü “bekleyen” bir öykü değil, araştıran, yaratan bir öykü...
diye yazmıştın. Mesajı birçok kez okudum. Ne yazacağımı bilemiyordum. Aslında yalnızca senin nasıl biri olduğunu düşünmüştüm. Öykünün devamını o kadar çok merak ediyorum ki... Devamı için yazmalıydım... Bir cümle yazdıktan sonra, ikincisinin, üçüncüsünün, gerisinin geleceğini düşündüm ama olmuyordu işte, aklım karışıyor, yazamıyordum.
Yazamadığım için değil ama hiç tanımadığım biri için düğümlendim ve sinirlendim. İlk cümleyi yazdıktan sonra takıldım kaldım. Bir öykü yaratacaksam, yazmadan evvel incelemeli, bakmalı, dokunmalı... Kim olduğunu dahi bilmiyordum. İmgeç devamlı yanıp sönüyordu. Boş sayfanın üzerinde bir var, bir yok oluyordu. Bu daha çok sinirimi bozdu. Diğer bölümlerin hatırına, kendimi ateşe attım ve haydi bismillah diyerek sana yazmaya başladım. Ne iyi etmişim, etmişsin.
2- Gemide olmak gerçekten zor olmalı. Umarım gemidekileri sevmişsindir. Yaşamayı sevdiği gibi, insanları da seven “düş adamım” için sorun yoktur eminim.
3- Seni seviyorum.