18 Aralık 2011 Pazar

TANRININ ELLERİ, İSA’NIN SESİ-MALULA-


Mezopotamya’nın en eski yerli halkı Aramiler ile tanışmak için Halep’ten Güneye iniyoruz. Yolcuğumuzda coğrafyanın birden bire değiştiğini izliyoruz. Aklımızın alamadığı kadar geniş düzlüklerden geçiyoruz. Toprağa hiçbir şey tutunamamış. Yol üzerindeki tek tük çam ağaçları da çok kuvvetli esen rüzgarlardan iki büklüm olmuşlar, gözleri toprağa bakıyor. Bu kadar düz bir araziden sonra Şam’a yaklaşık 56 km uzaklıkta bulunan Kalemun Dağları’na doğru, kadim dostumuzun “sabren cemil billahil müstahin (*)”nidaları ile yükselmeye başlıyoruz. Yükseldikçe, ardımızda bıraktığımız ovanın genişliğini daha da iyi görüyoruz.


Kalemun’un taştan bağrını oymuşlar, Aramileri koymuşlar. Malula taş ustasının değil de Tanrı’nın yonttuğu bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Kayalara oyulmuş bu kentte, evler birbirine tutunarak duruyormuş gibi öne doğru eğilerek bizi selamlıyor.


Aramice, “giriş” anlamına gelen Malula, adının hakkını verir bir coğrafi yapıya sahip. Sanki koca dağ ikiye ayrılmış gibi bir geçit oluşturuyor. Efsaneye göre de, putperes babasının dinini benimsemeyen Takla, kaçarken çıkışı olmayan Kalemun’a sıkışıyor ve Tanrı’ya yakarıyor. Bağrı yanan Kalemun ikiye bölünerek bir geçit oluşturuyor ve Azize Takla, iskambil kağtları gibi üst üste dizilmiş evleri ile Malula'ya çıkıyor. Tanrı'nın elleri dokunmuş bu kayalara... Kocaman kayayı bir elma gibi başka hiçbir güç ikiye ayıramazdı diye düşünmeden edemiyorum.

Geçitin içine girmeden evvel, Konya'dan kaçıp gelen Takla'nın yaşadığı mağrayı ve kiliseyi ziyaret ediyoruz. Kilisede her dinden insan var. Her biri dileklerinin gerçekleşmesi için duasının hemen sonrasında ya avuçlarını yüzüne sürüyor ya da elleri ile bedenlerine görünmez bir istavroz çiziyorlar. Hiristiyanlık aleminde çok önemli bir yeri olan Azize Takla'nın evi Mar Takla'yı bütün dünyadan ziyaret ediyorlar.


Tanrı'nın araladığı kayaların arasından geçerken Aramice konuşan çocuklara rastlıyoruz. Dünyada yalnızca üç yerde konuluşulan bu kadim dilin (Hz. İsa'nın konuştuğu dil) , Malula'nın izole yapısından dolayı korunduğunu düşünüyoruz. Dar ve zikzak yarıktan geçerken Hz. İsa ve annesi Meryem'in iki bin yıl önce buralardan geçtiğini hayal etmek bile etkiliyor her birimizi. Geçitin sonunda bizi Sarkis Manastırı'na götürecek anayola çıkıyoruz.


Sarkis ve Bacchus Manastırı'na (**) girdiğimizde bizi Maria isimli bir Arami kızı karşılıyor. Putperes mabedinin enkazları üzerine inşa edilen bu kilisenin orta yerinde yarım daire şeklinde bir sunak var. Bu taş masanın etrafında Maria'dan Aramice bir dua okumasını istiyoruz. Gözlerini kapatarak duaya başlıyor. Bir anda Maria'nın sesi soluyor, İsa'nın sesi duyuluyor. Bilmediğimiz bu dil bizi sarmalıyor, kucaklıyor.

Duyduğumuz sesi, rengi, aklımızın en güvenir yerine gizleyerek akşamüzeri Damuscus'a (***) doğru ilerliyoruz.

08.08.2008'Malula-Suriye

Sabiha

(*) Sabretmek güzeldir. Allah yardımcımız olsun.

(**) İki şehit aziz

(***) Şam (Şam:Farsça “akşam” demektir)

10 Aralık 2011 Cumartesi

SİNE QUA NON ROMA III –PANTHEON (*)-



Piazza (meydan) della Rotanda’ya çıkmadan önce, Gepetto Usta’nın, tahtayı şekilledirerek yarattığı, Carlo Collodi’nin şaheseri Pinokyo’nun uzun burnuna takılıyoruz. İrili ufaklı yüzlerce Pinokyo’nun olduğu mağaza o denli renkli ki, hangi birinin fotoğrafını çekeceğimizi şaşırıyoruz. Doğum tarihi 1881 olsa da, yaptığı muziplikler ile çocuk kalmayı başaran Pinokyo’nun burnuna dokunmadan edemiyoruz.



Ağaçtan yontularak insana dönüşen Pinokyo’yu düşünürken, kendimizi gerçek olamayacak kadar görkemli bir yapının önünde buluyoruz.  Pantheon, Tanrıların Tapınağı… Sütunlu kapıdan içeriye girdiğimizde,  Tanrıların gözünü üzerimizde hissediyoruz… Tüm olağanüstü güçler birleşmiş gibi, 43 m çapındaki kubbenin tam orta yerindeki oculustan (**) Tanrılar bize bakıyorlar.



Antik Roma’nın en iyi korunmuş bu tapınağın dairesel yapısı, beton teknolojisi olmadan yapılan muhteşem kubbesi, çap ve yüksellikteki eşitliği (***), 2000 yıl önceki mühendisliğin ulaştığı noktayı göstermesi açısından manidardır. Kubbenin tepesindeki oculustan akan suların nasıl tahliye edildiğini düşündüğümüzde, Tanrı gözyaşlarının zemindeki drenaj yardımı ile kendi yolunu bulduğunu öğreniyoruz. Günün değişik saatlerinde oculustan yansıyan ışık, tapınağın farklı noktalarında belirgin parlak bir iz, diğer yerlerde ise gölgeler bırakıyor. Binlerce yıldır bu izler pagan tapınağını aşındıramamış. Aslında etrafta görünmeden uçuşan rengarenk kelebekler, imparatorların ayak bastığı orijinal mermer zemine, duvarlardaki nişlere, Rönesans döneminin ustası Raffaello’nun mezarına,  ayak izlerini bırakıyorlar. İstanbul’dan getirilen Meryem ana ve kucağındaki oğul İsa ikonasının kadim yakınlığını hissederken, İkarus’u andırır bir inançla oculusa yükselen kelebeğin hayalimdeki bir imge olmadığını hissediyorum.





Yağmurun yağmasını ve tanrıların gözyaşlarına dokunmayı istiyorum. Aklımdan çıkmaması için tapınaktan sırtım kapıya dönük çıkıyorum. Dairesel kubbe kapıdan o kadar yüksek ki, kendimi o denli küçük, tapınağı o denli görkemli hissediyorum. Tapınağın karşına geçip bakıyorum. Giriş kısmına Latince “magrippalfcostertivmfecit”(****) yazılmış olduğunu görüyorum. Anlamadığım bu kelimeye büyük anlamlar yüklüyorum. Yazının aslında binanın kim tarafından yaptırıldığını anlatır bir ifade olduğunu öğrenince şaşırıyorum. Anlamlar yükünden kurtulmak ister gibi etrafa dağılıyor ve ben yalnızca binlerce yıldır bu meydanda duran sessiz zarafeti, sokak sanatçıların yaptığı muhteşem müzikle izlemeye doyamıyorum.

07.08.2011’Roma
Sabiha
(*) Bütün Tanrıların Tapınağı
(**) Göz, görme gücü
(***) 43 metre
(****)“Lucius’un oğlu, Marcus Agrippa tarafından, 3. konsülünde yapılmıştır”

12 Kasım 2011 Cumartesi

"Şapinuva, Japonya'nın başkenti değildir"

Şapinuva ismini ilk duyduğumda, uzak doğuda bir kent olduğunu düşünmüştüm. Oysa, Çorum Müzesi’ni gezerken, Çorum’a yalnızca 53 km uzaklıkta bir Hitit Başkenti olduğunu öğrendim. Tokat’a geçerken bu ören yerini mutlaka görmemiz gerektiğini söylediler. Uyduk tavsiyeye çıktık yola…
Ortaköy’e vardığımızda  Şapinuva kadar olmasa da yüzlerce yıldır yaşıyormuş gibi gözüken bir amcaya, yolu tarif etmesini istedik. Tariflerken yolu: “taşı kayayı görecekseniz de ne olacak?” der gibi bakışını yakaladık, tebessümle iyi bayramlar diledik, kahverengi levhada Şapinuva’yı aradık. Şeker bayramı olduğu için muhtemelen kapalı olacağı çekincesi ile gittiğimiz başkentin demir kapısını, bekçi İsmet Ağabey araladı: “Oooo hoş geldiniz, buyurun ne demek gezdiririm” diyerek bizi karşıladı.
Yıpranmış gri renkli ceketinin düğmesini, büyük bir özenle ilikledikten sonra, elini ileriye doğru uzatarak “buyurun” dedi, yol verdi. “Yağmur çok yağdı. Yer kaygan ve çamurludur , dikkatli olun” diyerek uyardı ve başladı anlatmaya. Anlattıkça coştu. Kentin coğrafi yapısının çok korunaklı olduğunu, nüfusunun bu nedenle kalabalıklaştığını, Anadolu’nun en rahat ticaret yolunun üzerinde bulunduğunu, tanrılar çok olduğu için her birine ayrı kurbanlar verdiklerini, temizlenmek, arınmak için kurban çukurları açtıklarını, büyücülerin kirlendiklerini düşünen kişilere yardım ettiğini, kral ve kraliçenin ülkeyi yönetirken fala başvurduklarını anlattı. Şapinuva yapılarının temellerini gösterirken aslında bu yöntemin her zaman söylediğimiz gibi “bina ağırlığının sağlam zemine inşa edilmesi” kuralından geldiğini bahsetti. Ekledi, “ama önemli olan kazılarda çıkarılan binlerce tablet” dedi. Aygül Hanım (*) ve ekibinin ne çok uğraş verdiğini on beş yıldır yapılan kazılarda binlerce tabletlerin çıkarıldığını söyledi.
İsmet Ağabey öyle anlatıyordu ki, yüzüne baktığımda aslında onun İsmetlikten çıkıp, Şapinuva’ya dönüştüğünü gördüm. Bu büyük tarihi kenti, yaşasıya anlatıyordu. “İsmet Ağabey, sana bir şey soracağım. Kazılarda çıkartılan en değerli şey neydi?” diye sordum ve tek kelimelik bir cevap aldım. “Bilgiydi” dedi. “Tabletlerden Hititlilerin siyasi, kültürel yapısını öğrendik. Dini törenlerinden tut, yaşayış biçimlerini görebildik. Binlerce yıl sonra edindiğimiz bilgi en değerli şey değil midir? diyerek beni yerime çivileyen bir cevap verdi.
Gezinin sonunda rehberliği için İsmet Ağabey’e teşekkür ettik. Yanımızdaki çikolatadan ikram ettik. Mütevazi kulübesinde çaya davet aldık. Kapıya kadar uğurlandık.

Arkamıza dönüp baktığımızda, bilgi kentinin, sessizce kendisine ilgi gösterilmesini beklediğini gördük. Şapinuva, Japonya’da değil, Anadolu’nun göbeğinde çok eski tarihi bir kent. Bağrında fısıltıyla bekleyen tabletleri saklayan bu topraklar, bilinmeyi bekliyor.
28.09.2008’Şapinuva-Ortaköy
Sabiha
(*) Şapinuva’nın kazı başkanı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aygül Süel.

9 Kasım 2011 Çarşamba

MAVİ YOLCULUK- 6 (SON)


Semizli’de tatlı su olduğu için çok fazla arı ve aç sinek var. Biz kahvaltı yaparken, sinekler de bacak ve kollarımızdan leziz ısırıklar koparıyorlar. O denli açlar ki, kahvaltıdan hemen sonra demir almak zorunda kalıyoruz. Kaçak birkaç yolcu bacaklarımızda konforlu bir yolculuk yapmak istiyor. Onları kovalamaya çalışırken, bizler elini kolunu kıçını başını deli deli sallayan meczuplar gibiyiz. Komik görünüyoruz, çok gülüyoruz.

Son durağımız Marmaris’e çok yakın olan Cennet Koyu… Cennet’e geldiğimizde, düşüncelerim bir yokuştan aşağı koşar gibi, hızla dilimin ucuna ulaştı ve ağzımdan tek kelime olarak çıktı: “Muhteşem!”… Bu kelimenin içine; mavi derinlik, Akdeniz’in ağdalı kokusu, rüzgarları kucaklamış dolmakalem uçları, güneşin denizden yansıması, veda ettiğimiz son noktanın görkemi doldu. Cennet’e demir atmıyoruz. Sanki, teknemizin başı görkemden döner gibi, döne döne maviye veda ediyoruz.

Her mavi yolculukta olduğu üzere son geceyi tekneye katıldığımız noktada geçireceğiz. Marmaris’e yaklaşırken içimize bir hüzün düşüyor. Düşüncelerim, bir yokuşun başında ve yalnızca aşağıya bakıyor. Maviyi şimdiden çok özlüyoruz.  

Hamiş:
Son gün Marmaris’i gezebilirsiniz. Onca yapılaşmaya rağmen, kentin içindeki plajlarda denize girebilirsiniz. Kent merkezinde en önemli tarihi yapı, Kale’dir. İyonlar tarafından yaptırılan kalenin çevresinde yaşayan yerli halk var. Kaleye çıkan dar sokakları seveceksiniz. Çarşı içinde, tarihi bedestende alışveriş yapabilirsiniz. Ege’nin en büyük marinasında yürüyebilirsiniz. Netsel Marina’da yürürken, mutlaka “Yasemin Karabenli’nin atölyesine uğrayın. Muhteşem! diyeceksiniz.




Yasemin Karabenli'nin resmi (http://yaseminkarabenli.blogcu.com/)
02.09.2011’Göcek-Mavi (altıncı gün)
Sabiha

17 Ekim 2011 Pazartesi

MAVİ YOLCULUK- 5

Son yazın ilk gününde yüzümüzü denizde yıkıyoruz. Kahvaltından sonra Kaptan ile bugün muhtemelen nereye gideceğimizi konuşuyoruz. İlk önce Hamam Koyu, ardından Ağa Limanı’na gideceğiz.
Ağa Limanı çok kalabalık olduğu için yaklaşık üç bucuk saat boyunca kuzeybatıya doğru yol alarak Semizli koyuna geçiyoruz.
Küçük bir kumsalı olan koya sanki ıssız adaya çıkar gibi heyecanla kulaç atıyoruz. Kıyıda tatlı su olduğu için, henüz kumsala ayak basmadan arıların ve sineklerin hışmına uğruyoruz. Geldiğimiz yere bu defa meczuplar gibi kulaç atıyoruz. Ağzımıza, gözümüze, içimize deniz kaçıyor.
Denizden çıktıktan sonra kıç tarafta toplaşıyoruz. Genel olarak denizcilikte, tekne işinde mutlaka öğrenilmesi gereken işlerin başında bağlar geliyor. Yanımızda getirdiğimiz yazarı A. Yalçın Özalp olan “Gemici Bağları” kitabından da kopya çekerek İzborça, gemici bağı, kasa bağı, camadan bağı atmaya çalışıyoruz. İplere düğüm atmanın en önemli noktası kolayca açılabilmesi ama güçlükle çözülmesi… Binlerce çeşit gemici bağı olmasına rağmen yalnızca altı temel bağ çeşidi ile denizcilik yapılabileceğini öğreniyoruz. Tekneyi nazlı nazlı sallayan, yokmuş gibi ama var olan, denizcilerin ölü dalga dediği dalgalar, bana gemi bağı atmayı ilk kez gösteren Vakfıkebirli Kaptan Orhan’ı hatırlatıyor. 4 Eylül 2007 tarihinde Marmaris, Göcek arası yaptığımız mavi turda tanıştığımız mürettebat için yanımdan hiç ayırmadığım gezi defterime şunları yazmışım:
“Kaptanımız alaylı. “Süvaribey(*)” diye seslendim. “Yok canım, estağfurullah” dedi. Kaptan Orhan, on yıldır yat kaptanlığı yapıyormuş. Bu işte alaylı olduğunu söylüyor. Şimdilerde Akdeniz’de gezen bir Karadenizli. “Ak, kara fark etmez ekmek kavgası böyle yapar adamı” diyor. Bir nevi karşıtlığın raksı… Hamsi paluğu gibi horan teperken, hani (**) gibi miskin miskin gezersin Akdeniz’de. Evli ve dört  çocukluymuş. Vakfıkebir’in Çarşıbaşılı ilçesinde yaşıyormuş. Kaptan, hanımı kapı komşusundan, çalıştığı bu muhteşem tekne Aegina’ya da sıhri hısım (***)kayınço Mustafa’yı almış.
Mustafa, İngilizce ve almanca biliyor. Oldukça serin duruşlu… Hiç çıkarmadığı, Top Gun gözlüklerinin ardındaki bakışı sezemediğimizden ne düşündüğünü de izleyemiyoruz.  Gözlük, Mustafa’ya ulaşmamızı engelliyor. Denize tahammülü yok gibi. 2007 Ağustos’unda nikahlanmış ve fakat evlenmemiş. Evlilik akdini tamama erdirmişler, hukuken karı koca olmuşlar lakin evlenmemişler. “Nikahla bitmiyor, düğün dernek gerekiyor” diyor. İçimden “sevişen gençler, bu gece civelek civelek” şarkısını mırıldanıyorum. Anadolu'da düğün her zaman olduğu gibi bugünde çok önemli bir seremoni.
Gemici Tolga, kaptanın yeğeni. Kan hısımlığı, üç doğum var aralarında. Sırtı yere gelmez, Tolga’nın dayısı Süvaribey. 27 yaşında ama 22 gösteriyor. Sürekli sigara içiyor. Sanki uzaklardaki yarini düşünüyor. Az İngilizce, az Almanca biliyor. Kışın Zonguldak’ta yaşıyor.
Gemici Deniz, makinist. Babasını 1997 yılında kaybetmiş. Annesine yakın olmak istiyor. Tevellüt 1974. Tersaneye çekilme zamanı gelmiş. Ah İzmit’te, Gölcük’te ve hatta Tuzla’da bir iş olsa…Evlenir, çoluğa çocuğa karışır, döl alır,sulbünü sürermiş.Turizmle, hizmetle, insanla ilişkisi yok. Makinist O, elleri yağ kokmalı. Kaptan ile uzaktan yakından akrabalığı bulunmuyor.

Aşçı Necmi, Datçalı. İki çocuğu var. Çocukları denizci olsun istemiyor. “Denizde yaşam zor” diyor. Yemekleri çok lezzetli. Otuz bir kişiye, üç ve hatta çay saatini de sayarsak dört öğün yemek hazırlıyor. Hummalı çalışıyor, hiç durmuyor. Kışın asla yemek yapmazmış. Datça’da yaşıyormuş.
Aşçı  Mehmet, Artvinli. Çoluk çocuk var mı bilmiyorum. Konuşamadık, hiç denk gelmedi, iki lafın belini kıramadık. Necmi Usta ile bir olmuş hiç durmadan çalışıyor ama yüzü hep gülüyor. Kalbi gülüyor, yüreği çehresine yansıyor.
Gemici bağı bana neleri hatırlattı. Her mavi yolculukta farklı insanlar, farklı dünyalar…



Gece yarısı, karadan denize doğru sıcak bir esinti hissettik. Sanki büyük bir fırının kapağını açık unutmuşlar gibi.  Etrafa yanık çıra kokusu yayılıyor. Tenimiz çam tütsüsü kokuyor.

Hamiş:
Sessizliğin tadını çıkarın.
01.09.2011’Göcek-Mavi (beşinci gün)
Sabiha
(*)Büyük ticaret ve hizmet gemilerinde, birinci kaptana "Süvari Bey" diye hitap edilir.
(**)Hani balığı, Serranidae familyasını oluşturan çoğu ılıman ve tropikal denizlerde (Akdeniz), bir kısmı acı ve tatlı sularda bulunan balık türleri.
(***) İkinci derecede kayın hısımlar. Yani eşinin kardeşi (kayın, baldız, görümce ve eşleri) gibi.

25 Eylül 2011 Pazar

MAVİ YOLCULUK- 4


Sabah çok erken uyandım. Güvertede yattığımız için kafamı kaldırdığımda kaya mezarlarını gördüm. O denli görkemli gözüküyorlar ki… Yüzlerini Akdeniz’e çevirmiş, üç bin yıldır ne kadar güçlü olduklarını anlatmaya çalışan büyüleyici bir mimari ile selamlaşıyorum… Fethiye’nin orta yerinde yapılan kazılar neticesinde çıkarılan antik tiyatro kalıntıları da kentin antik dönemdeki yerleşimi hakkında bilgi veriyor. Statüsü yüksek kişiler için yaptırılan bu mezarlar şimdilerde de şatafatı ile öylece ama sessizce duruyorlar.






Altı çeyrekte iskelede çıplak ayakla yürümek çok tuhaf. Ağustosta olmamıza rağmen nemli olan ahşap zemin içimi ürpertiyor. Hiçbir şeyde ses yok. İç sesim bile suskun. Huzur bu olsa gerek. Sessizliği fotoğraflamak istiyorum. Deklanşörün sesi bir katliam sanki. Suskunluğa bir an evvel kavuşmak istercesine, arkada arkaya çekiyorum anı... Sonra oturuyorum, güneşin doğuşunu selamlıyorum. Güneş, kendini bekleyen biri ile ansızın karşılaştığından hızla yukarıya tırmanıyor. Arkadaşlarımın yüzünden bir makas alıyor.  Güneşin yanaklarımızda orta parmağı ve işaret parmağının bıraktığı izle etrafımıza mahmur mahmur bakıyoruz. “Mahmur bakışlı dilberim, seni ben candan severim” şarkısını söyleyen iç sesimi duyuyorum. Uyanıyoruz…
Mahmur ile Mahmure

Kahvaltıdan hemen sonra yola çıkacaktık ama kumanyanın gelişini çok fazla bekliyoruz. Bilgi çağını yaşadığımız bu zamanda, kumanyanın gelişi bu denli sıkıntılı olmamalıydı. Mavi turun güzergahı belli olduğu için, kumanyayı getirecek marketin internet adresine düşecek bir bilgi mesajı ile marinada nerede bağlı olduğu belli olan guletimize kısa sürede hizmet verilebilmeliydi diye düşünüyoruz.  Bu konuda zamanla yol alacağımızı ümit ediyoruz.


Azığımızı aldıktan sonra, yola koyuluyoruz.  Bolca yelkenli görüyoruz. Dolmakalem ucunu andıran yelkenlerden etrafa mürekkep damlıyor sanki.  Büyülü bir şeyler anlatıyor, yazıyorlar… Binlerce büyülü şey aynı anda göze geliyor, aynı anda dile geliyor. Zihnimizde mavi ve beyazdan oluşan müthiş bir cümbüş var. İçimizde düşünceler halay çekiyorken, Göcek Adası’nın karşısındaki koyda demir alıyoruz.



Zaman deniz gibi, derin, anlaşılmaz ve hızlı… Ne zaman akşam vakti oldu anlamadık. Tuzdan arınmak için duşumuzu aldık. Güverteye mis kokular içinde çıktık. Akşam yemeğinden önceki ritüelimiz gereği kürdan saplanmış zeytin, üzerine zeytinyağı gezdirilmiş peynir ve çerezlerimiz ile içkilerimizi yudumluyoruz. Mavi yolculukta en keyifli anlar akşam yemeğini beklerken yapılan sohbetler. Ordan, buradan, şurdan derken her konuya dokunuyoruz. Ucuna karides taktığımız oltalara balıkların gelmesi için neredeyse belimizden aşağı misina ile denize sallanıyoruz ama yalnızca muhabbet yakalıyoruz. Yakamozları görmek için,geceyi bekliyoruz,  



Denize atladık, kulaç attık ama yalnızca karanlığı kucakladık. Yakamozlar çekingen çıktılar, hiç göze görünmediler bu gece. Özkan bunun üzerine: “2002, 19 Aralık akşamı Basra Körfezi’nden geçerken yanımda olmanızı o kadar çok isterdim ki. Geceleyin tüm yıldızlar denize düşmüştü sanki. Deniz yıldız yıldız parlıyordu. Baş tarafa gittim. Geminin yıldızları nasıl yarıp etrafa uçuşturduğunu görmek istiyordum. Bir de ne göreyim, bir yunus sürüsü gemiyle yarışıyor ve hepsi yakamoz yakamoz parlıyor. O gece her şey bir rüya gibiydi.” Diyerek yakamoz öyküsünü anlattı. Gecenin karanlığında yüzerken kollarımızdan yakamoz akmasını dileyerek kıç tarafında uykuya kaydık.

Hamiş:

Islak mayo ile dolaşmamak için yanınıza bolca mayo, bikini almalısınız. Tekne hareket ettiğinde de bikinileri astığınız yerden toplamalısınız. Aksi halde astığınız yerde bulamayabilirsiniz.

31.08.2011’Göcek-Mavi (dördüncü gün)

Sabiha