“Uyuuuu” fısıltısıyla, rüya aleminin en derinliklerinde çok güzel bir uyku çektikten sonra Tayland’ın eski başkenti Ayuttha’ya gitmek için uyandık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra, yine kırk numaralı otobüsümüze bindik. Sabah olduğundan olsa gerek ayakta kalmadık. Şehrin sabah mahmurluğunu otobüsün açık penceresine kolunuzu dayayarak izlemek şahaneydi. Rengarenk taksiler, slalom yapan tuk tuklar, bisikletler, motorsikletler… Hemen başımızın üzerinde bir sağa bir sola dönen vantilatörün değişmeyen ritmi ve gördüklerimiz bir film sahnesinin içindeymiş izlenimi veriyordu. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra istasyona ulaştık. Tren ulaşımının büyük bir çoğunluğunu yapan 1916’da hizmete açılan Hua Lamphong Tren İstasyonu’nda sabah içtiması vardı. Ben onları çaktırmadan fotoğraflamaya çalışırken bizimkiler biletimizi almışlardı.
Saat 9.30 olmasına rağmen
9.25 trenine binmek için hızla koşmaya başladık ve yetiştik de. Tren çok kalabalıktı.
Üç kişilik oturaklarda iki kişi oturan yolcuların yanına, yüzümüzdeki minicik
mağdur tebessümlerimizle sığınmacılar gibi yanaştık. Bazılarından karşılık
aldık, bazılarının bozulmuş yüzleri ile karşılaştık ama yerleştik. Bilette
varış 11.27 yazdığına göre iki saatlik yolumuz vardı ve oturma izni almaktan
başka çaremiz yoktu. Trene yetişmesine yetişmiştik de onun bir yere yetişme
telaşı hiç yoktu. Bekledikçe akrep yelkovanı daha yavaş kovalıyor, beklerken
yine tecrübe ettik. Saat 10. 10 geçerken artık oturacak yer ve nefes alacağımız
hava kalmamıştı. Onu yirmi geçerken tren bir yekindi kalkamadı, sonra toparladı
kendini öne doğru attı. “ha gayret bir gayret” diye diye kendini motive etti ve
yola koyuldu. İçimden tek kelime yankılandı “nihayet!”
Trenimiz Bangkok’un tüm
istasyonlarına uğradığı için seksen kilometrelik yolculuğumuzun iki saatten
fazla süreceğini düşündüm. Bu arada biletimiz üçüncü sınıf ve 15 Bahtı. Yani
1,5 TL’ye yolculuk ettik. Belki de bu konuya dikkat etmek lazım. Trenle
yapacağınız yolculuklarda trenin hızlı olup olmadığını sormalısınız.
Trenin içi bir dünya. Bi’dünyada
neler görmedik ki…Karşılıklı oturan kişilerin arasına, ara istasyonlardan binen
ayakta yolcular, karmaşanın içinde bir şeyler satmaya çalışan satıcılar, öğleye
doğru vagonun içine dolan yakıcı güneş, oranıza buranıza çarpan çantalar, yemek
ve nem kokusu, anlamadığımız değişik tınılı dilin dile gelmesi, havada uçuşan
anlaşılmaz kelimeler ve nihayet ulaştığımız Ayutthaya!
Düzinelerce yapı bulunan
Ayuttha’yı bir günde gezmek mümkün olmayacağı için “Hoş bulduk eski başkent”
dedik ve hemen bir tuk tuk aradık. Bizi gezdirecek olan tuk tukun şoförü genç
bir kızdı. Juli ile tüm gün için 800 BHT’ye anlaştık. Dört kişi için oldukça
uygun bir fiyat diye düşündük ve başladık gezmeye.
13. Yüzyılda kurulan ve1991
yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş bu antik kenti gezmeye büyük bir
heyecanla başladım. Dört yüz yıl çok görkemli günler geçirmiş bu kent,
Burmalılarca işgal edilerek, yakıp yıkılıp talan edilmiş. Kentin epey hırpalandığını
yanık izlerini görünce anlayabiliyorsunuz. Bir dünyalının bir başka dünyalıya
zulmü hiçbir dönem bitmemiş. Meyve veren ağaç taşlanır misali 1700 yıllarda
nüfusu bir milyona ulaşan ve Asya’nın ticaret merkezi haline gelen bu kent göze
gelmiş, istila edilmiş. Sonra başkent sınırlarını Bangkok yakınlarına taşımış
ama hep eski güzel günlerini iç geçirerek anmış.
Nehirler ve kazılan
kanallarla bir ada halini almış Ayutthaya’da onlarca Budist tapınağı var. Wat
Phra Mahathat Tapınağı’ndaki Buda kafası en çok fotoğraflanan yer. Ağaç kökleri
arasında kalan Buda kafası, aklınızın en güzel köşesinde yerini alıyor. Ağaçta
çok güçlü bir ruhun yaşadığına inanılıyor ki, köklerin içinde beliren kafa
bunun bir kanıtı sanki.
Wat Phra Si Sanphet
Tapınağı, başkentin en büyük tapınak kompleksiymiş. İştihamlı üç kulesi ile
bizi selamlardılar. En hoşuma giden Wat Lokayasutharam Tapınağı oldu. Budanın
öldükten sonra Nirvana’ya geçişini canlandırdığı Uzanan Buda heykeli şahaneydi.
Lotus çiçeklerine başını yaslayıp eşsiz gülümsemesi ile yatan Buda’ya bayıldım.
“Yattım uzandım lotusların üzerine keyfim yerimde” diyen heykele göz kırptım,
anladık birbirimizi.
Nehrin kıyısındaki
tapınağı gezdikten sonra aklım lotus çiçeğin verdiği huzurda tıngır mıngır döndük
Bangkok’a. Yarın kim bilir neler görecek bu gözler diye düşünürken tıngır
mıngır uykuya daldım uzanan Budayla…
Bayankuşbakışı Tespitler:
1. Yollarda seyyahlar ile
karşılamak çok güzel. Hele hele bir de Türk gezginler ile karşılaşmak şahane. Hemen
hemen tamamı Taylandlı olan yolculardan oluşan trende Baykuş gitti Orhan isimli
bir gezginin yanına oturdu. Yürüyerek dünyayı gezecekmiş. Dört yıl sürmesini
planladığı yolculuğunda hep yolu açık olsun. “evimyollar.com” isimli bloğundan takip
edebilirsiniz.
2. Ayutthaya’ya iner inmez
ilk önce dönüş biletimizi aldık ama alırken “hızlı mı” diye sorduk. Nispeten
daha konforlu koltukları olan trenle yine tıngır mıngır döndük Bangkok’a.
Beklentileri düşürürseniz her zaman mutlu olursunuz.
3. Tayland’da tüm erkekler,
hayatlarında en az bir kere rahip, yani “monk” oluyormuş. Gerçekten monk olmak
büyük bir itibar nedeniymiş. Monk olmadan önceki gece rahip adayı yakınları
yemeğe davet ediyor ama kendisi yemek yemiyormuş. Ertesi gün tapınağa giderek,
saçını kazıtıp, giriş gelenekleri tamamlayarak iki üç rahiplik yapıyormuş.
Kavuniçi renkli rahip kıyafetlerini giyerek halkın kendilerine verdikleri
yiyecekleri kabul ediyorlarmış.
4. Ayuttahaya’daki tuk
tukların ön aksamı Star Wars, Dart Vader askerlerine benzetilmiş. Galaktik
İmparatorluğu’ndan fırlamış araçlarla geziyorsunuz beş yüz yıllık antik kenti.
5. Lotus çiçeği, zihnin
duruluğunu ve ruhun saflığını temsil ediyor. Budizm ve Hinduizm’de
mükemmelliğin somut sembolü olarak kullanılıyor.