18 Kasım 2013 Pazartesi

"ALTERNATİF İSTANBUL MARATONU"


Alternatif bir “İstanbul Maratonu” yapacağımız hiç aklıma gelmezdi. Çünkü bugün Anadolu'dan Avrupa'ya yapılacak Uluslar arası maraton tamamen aklımızdan çıkmıştı. Erkenci olduğumuzdan saat sekizdeki Yenikapı deniz otobüsüne bindik, kırk dakikada kendimizi karşıya attık. Karga bokunu yemeden derler ya , işte o misal biz karşıdaydık ama Avrupa'da kimsecikle karşılaşmadık. Aksaray'a gideceğimiz boş otobüsün önünde hevesle bekledik, gelen giden olmayınca, “soralım bir gariplik var bu işte” dedik. Hakikaten bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde “Avrasya Maratonu” olan, şimdilerin yeni yetmesi “İstanbul Maratonu” varmış, yollar kapanmış. “Tühhh” dedik ama iyi mi ne ettik, sessiz bir İstanbul ile flört etmeye geldik. Amacımız “Fatih Cami”ne ulaşmak. Yenikapı'dan yaklaşık beş kilometre mesafe var. “Yürürüz yahu, yürümekle yollar mı aşınır” dedik ve başladık seyre, haydi rastgele.
 
Karşımıza evveliyetle sürüsüne bereket martılar çıktı. İşin ilginç yanı denize değil, kaldırıma sorti yapıyorlardı. Merak ettik "n'oluyor?" diye… Meğerse balıkçı halinden hamsi alan lokantacının hamsilerine kamikazelik yapıyorlarmış. Kolay ekmek, emeksiz yemek. Ama birazda biz insanlar sebep olmadık mı buna? Yuvalarından ettik onları.
Kumkapı'dan, Aksaray'a yönümüzü çevirdik. Yollarda boş ya, caddenin orta yerinden Pertevniyal caminin resmini çektim. Her yerine Ermeni ustalarının eli değmiş bu cami, aslında tek başına “farklılığı” hissettiriyor. Kötü mü olmuş, ne güzel yapmış  Sarkis, Hagop, Montani,Osep, Bedros, Ohannes ve Dimitri… Ellerine sağlık ustaların. Mühim olan din, iman değil, işini dürüstçe, estetik gözüyle, şahane yapmak. Gerçi, din ve imanda bunu istemez mi, Her bir din ister bunu vallahi de, billahi de…
Camiden yürüdük, su kemerine… Hep altından geçerdim, şimdi yanına vardım. Görkemliymiş Saraçhane. 117 yılından beri burada, dimdik ayakta olduğunu düşündükte şaşırdık. Sakinleri çoktu. Evsizlerin evi olmuştu. Sabahın erken vakti olduğundan birçoğu gecenin ayazından büzüşmüş top toparlak olmuş uyuyorlardı. Onları rahatsız etmeden Fatih Camine doğru yol aldık.

















Fatih Camine girmeden önce ilginç bir ilan gördük. “…giyinmiş çıplaklardır ki, bunlar Allaha taatten çıkmışlardır. Bunlar başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete gitmek şöyle dursun, kokusunu dahi alamazlar. Müslim”. Açıkçası benim de çok anlam veremediğim bu giyinme tarzı için afiş yaptırılacağı ise hiç aklıma gelmezdi. Demek ki eleştirilen bir konuymuş(!). Yedi tepeli İstanbul'un tepelerinden birinde yer alan bu cami, adı gibi Sultan Fatih tarafından yaptırılmış. Depremlerde çok yara almış, hep onarılmış. Kolay değil, Başta Fatih Sultan Mehmed'in türbesi olmak üzere, Osmanlı tarihinin birçok önemli isminin mezarı buradadır. Pür pak mis gibi tertemiz caminin, müthiş görkemini  keşfetmeye annesiyle gelen küçük bir hanımla muhabbetle ayrıldık ve Karia müzesine yönümüzü çevirdik.


Karia… Şehrin dışında anlamına gelen “Karia/khora” bizi mağrur selamladı. Mozaik işçiliğinin en güzel örneklerini sergiledi. Mahşer günü, son yargı, diriliş gibi sahnelerin üç boyutlu işlendiği bu küçük ama inanılmaz değerli yapının freskolarının sağlamlığı için atalarımıza dua ettik. Çünkü, kilisenin camiye dönüştürülmesinden sonra, bütün yazılar, Hıristiyanlık sembolleri, bütün freskolar, mozaik süslemeler, ince bir boya ve kireç badanası yapılarak tahrip edilmeden örtülmüş, bu sayede hasar görmeden günümüze kadar ulaşabilmiş. İncelikli bir işçiliği doyasıya izlemek için mutlaka görülmesi gereken bir kilise Karia…



Kiliseden dosdoğru aşağıya indiğinizde Balat'ta buluyorsunuz kendinizi. İşte burası gerçekten eski İstanbul… Filmlerden hatırlarsınız, cumbalı evler, evler arasına gerilmiş ip, ipe asılı don, pantolon, etek, sütyen… Aslında o evin hikayesini dillendirmez mi ıslak çamaşırlar. Evde kaç kişi yaşar, çocuklu bir aile midir, yoksa bekar mı yaşar… Anlarız, hem de zengin ya da çulsuz diye sınıflandırırız bile! İşte Balat, cumbalı evlerdeki bu alışkanlığını, kentsel dönüşüm ile modern ama insanın tabiatına uymayan apartman hayatına geçişte de bırakamamış. Eh kolay değildir alışkanlıklardan kopmak. İki apartman arası ipler gerilmiş, ıslak çamaşırlar asılmış, iptidai bir şekilde yaşama mandallanmış Balat.

Koşu olduğu için kapalı yollarda yürüdük, Galata Köprüsünden geçtik. Karaköy'den Kadıköy'e geçmek için Karaköy iskelesine yanaştık. Vapuru beklerken, bir beyefendi dikkatimizi çekti. Gözleri kapalı İstanbulu dinliyordu.


İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngıraklar
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı (Orhan Veli)



Gemi yaklaştı, boğazı seyreyleyerek  Anadoluya geçtik. Gözlerimi kapadım ama bu büyük metropolde çıngırakları duyamadım.

Hamiş: Alternatif maratonumuzda on beş kilometre yol almıştık. Sertifakamız, bira ile birlikte midemize inen fener balığı oldu.

Sabiha, Kasım 2013


























                                                                                     

16 Kasım 2013 Cumartesi

TAMARA'NIN ELLERİ

Önüm arkam sağım solum ebe, saklanmayan sobe! Arkamıza dönüp bakıyoruz, saklandığı yeri bulamıyoruz. O denli iyi gizlemiş ki, sobelemek için ilk önce Trabzon’a uçuyor, orada bir araç kiralayıp Artvin’in ilçesi Borkça’ya gidiyoruz. Yaklaşık dört saat direksiyon sallamış olsak bile hala onu göremiyoruz.  İki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Gürcistan’a çok yakın, İstanbul’a çok ırak Macahel’e varıyoruz.

Macahel aslında bir vadi... Aşağısı Gürcistan Cumhuriyeti’nde, yukarısı Türkiye’de kalmış. Gürcüce kökenli bir kelime olan Macahel, elimizin bilek kısmı (Maca) ve el (hel)kelimelerinin birleşiminden doğmuş. Bilek, vadinin merkezindeki Camili Köyü'nü, el ise vadiye yayılmış diğer köyleri ifade ediyor.
Sobelemek için arabamızla tıngır mıngır hep yukarıya tırmanıyoruz. Macahel’in beşibiryerdesi Camili, Maral, Uğurlu, Düzenli ve Efeler köylerini teker teker geçiyoruz. Karçal Dağların’ın eteklerine gizlenmiş işte bu beşibiryerdenin zümrüt değerindeki yeşil parlaklığı, içinde çağıldayan harmonisi, suyun serin kokusu, ormanın nemli nefesinin tenimizde bıraktığı ıslaklığı, başımızı döndürüyor ve sobeleniyoruz. Bakışlarımızda, “Macahel kendini ne güzel saklamışsın, güzelliğini buna mı borçlusun”

sorusu var. Tekrar ebe olmak değil de, cenneti bu kadar geç bulduğumuz için üzülüyoruz.

Bunları düşünürken, kraliçe Tamara’nın (*) yanımızdan geçtiğini görüyoruz. Yaşlı kayın ve ladin ağaçlarının köklerinden gövdesine doğru yükselen dumanda, siste, bulut ya da rüyada… evet evet olsa olsa rüyada; Tamara’nın büyük bir keyifle “kestane, gürgen, palamut, altı yaprak üstü bulut, gel sen burada derdi unut, orman ne güzel, ne güzel” diye mırıldandığını duyuyoruz. Gözümüze çalınanın,  çocukken söylediğimiz şarkının naifliği ya da gerçekliği miydi bilmiyoruz ama güzel Tamara’nın uçuşan eteklerini derin, koyu ve kadim ormanın diplerinde görüyoruz. Sis yukarıya yükseldiğinde aslında gördüğümüzün uçuşan bir etek değil, dağ lalesi olduğunu anlıyoruz.

Bir rüyadan kopmak için, uyandırılmak gerekir ama İstanbul da ziyan olan biz kentliler, uyanmamak için Tamaranın gövdesine Macahel yaylasına daha çok sokuluyoruz.

(*) Gürcü Kraliçesi