24 Temmuz 2011 Pazar

Ordan Burdan Şurdan 3

SESSİZLİK

Sessizleşince etrafım,
Kendimi yalnız hissederdim.
Ama...
Şimdilerde sessizliğim,
İçimdeki en kalabalık halim...

TÖZ

Değişmeyen şeydir töz.
İnsan kolunu kaybederse özü değişmez, insandır...
Matematik formülleri yere saçılsa bile değişmeden toplanacak şey, rakamlardır...
Dinler değişse bile, onları toplayan tek ve değişmez şey Tanrı'dır...
Muhteşem şeyler olacağını bile bile dalkavukluk etmeyen erdemli duruş, kişinin özü,değişmez mayasıdır.

TUTUNMAK
Tutunmadan bir yere ayakta durmak zor. Tutunuyorum kendime. Ayaktayım.

21 Temmuz 2011 Perşembe

"Ordan Burdan Şurdan 2"

TELEFON NUMARASI

İstediğim tek şey telefon numarasını bilmek. Sessizce ama kalbimdeki gürültülü atışa söz geçirmeye çalışmadan arayıp soracağım: "Sırtıma güneşin vurması, içimin ısınması için baharım olur musun?"

YOLCULUK

Yolculuk var, dünyanın göbek deliğine doğru,
Başlangıç noktası, evrenin gözü...
Katar katar,
Nice gerdanlar,
Nice göğüs uçları kat edeceğiz,
Dünyanın göbek deliğine doğru...

DERİ

Başka kıyılara gerek yok.
Deniz derisini çizerek, yırtarak,
Kumsala çıkacak.

Sabiha' 2011





13 Temmuz 2011 Çarşamba

"YAĞMURDAN ÖNCE OHRİ, YAĞMURDAN SONRA TRABZON"

Söylenecek bir şey yoktu. Kiril alfabesinin bulunduğu yer olsa da kelimeler sessizlik yemini etmiş gibiydi.  Ohri’nin derinliğinde söylenecek o kadar çok şey biriktirmişti ki, söz olup üstümüze yağmak istiyordu. Avrupa’nın en derin gölüne bakan St. Kaneo Kilise’sinde sözler ilahi oldu. Rüzgar, suya karıştı. Dalgalar kelime olup kıyıya vurdu. Topladığım kelimelerden anlamlı bir cümle kuramadım. Kelimeleri cebime koydum, yürüdüm.


St. Kaneo’ya ilk önce karadan değil, denizden baktım. Kilise, deniz gibi büyük gölden ne de küçük görünüyordu. Elimi suya soktum. Makedon ve Arnavut kıyılarını kucaklayan gölün, bölünmezliği, bütünlüğü, sessiz bir dirim ile anlatmasını diledim. Sanki, avuçlarımın arasından Plasika geçti. İçim ürperdi, heyecanladım. Plasika balığının pullarından yapılan incileri duymuştum. Avucumu araladım, düşümden düş ısırmıştım, elimden Ohri kaydı, eteğime damladı.


Teknede kaptanın yüzüne baktım. Sessizdi, yağmurdan öncenin sıkıntısı vardı. Bir an evvel yaygaracı turistleri indirmek ister gibiydi. Gülümsemesini çoktan kaybetmişti. Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi. Umutları, modern hayatla Ohri’nin en derin yerine çökmüş gibiydi. Bizi sessizce kıyıda bıraktı.


Kelimelerin kağıda değmesi gerekiyordu. Kıyıdan meydana geldik. Meydanın sağından Safranbolu’yu andıran bir sokağa girdik. National Workshop for Handmade Paper” yazılı tabelayı takiple el ürünü kağıt yapan ustanın yanına vardık. O anlattı, gösterdi ve elinde bir sihir gibi beliren kağıda kelimeler cümle oldu kondu: “Makedonya’nın incisi Ohri’ye hoş geldiniz”.

Zamanı yağlı vidaları arasına sıkıştırmışcasına sağlam gözüken Johannes Guttenberg imzalı orijinal baskı makinesini incelerken, radyodaki programda Safranbolu dediklerini işittik. Kağıt ustasına sorduk, Ohri’nin Safranbolu ile kardeş şehir olduğunu öğrendik. Evlerin mimarisi birbirine o denli benziyordu ki, hiç yabancılık çekmedik.

Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan Aya Sofya Kilisesi’ne yürüdük. Hava kapandığından Hacı Sofia’nın evi, mumların titrek ışıklarında olduğundan daha efsunlu gözüktü. Kutsal bilgiyi elinde tutan Meryem’i resmeden büyük ikonanın gözleri üzerimdeyken büyülendim. Gerçek mi düş mü ayırdına varamadan önümden uzun sarı saçları, herkesi esir eden güzelliği ile Sofia’nın geçtiğini gördüm. İnanamadığım için gözlerimi ovuşturduğumda, kendimi yağmurdan sonra Trabzon’daki Ayasofya’da buldum. Düşümde kaybolmuştum.




Trabzon Ayasofya Kilisesi’ndeki  melek frizleri, tek başlı kartal motifleri, yıldızları, Adem ve Havva’nın yaradılışını anlatan frizler tabiri imkansız görkemdeydi. Sofya’nın yüzü Karadeniz’e dönük olsa da, girişi iptidai yapılmış, kaba saba yüksek apartmanların arasından olduğu için üzerimde bu denli tılsımlı bir etki bırakacağını hiç düşünemezdim. Farklı yükseltilerdeki çatısının kırmızı kiremitlerini yandan sağdan soldan inceledim. Ohri’den farklı olarak Selçuklu Medeniyetinin etkilerini taş işlemelerinde gördüm. Dakikalarca incelikle boyanmış kubbeye, yer mozaiklerine baktım. Yağmurdan sonra, kilise toprak kokuyordu. Bulutların arasından beliren güneşin kilise içindeki  titrek yansımalarını, birbirini kovalayan gölgelerini izledik. Neşeli bir öğrenci grubu öğretmenleri ile içeriye girdiler. Küçük bir kız arkadaşına seslendi: “Safiye”… diye. Düşümde yolumu buldum, uyandım.

Ekim 2010'Ohri, Haziran 2011 Trabzon
Sabiha

12 Temmuz 2011 Salı

"Delice"

“Hasta bu odada sekiz sene yattı. Sekiz sene dinledik sesini...”

Bu cümleyi yazdıktan sonra, ikincisinin, üçüncüsünün, gerisinin geleceğini düşündüm; ama ilk yazılmış olma kavgasına giren cümlelerin yaygarasından yazamadım. Yazmam gerekeni duyamadım. Cümlelerin peşinden gelecek sahneleri, karakterleri, günlerce düşünmüş ve tasarlamıştım; fakat var olmaları için yazıya dökülme hallerini ıskalamışım. İlk cümleyi yazdıktan sonra takıldım.

 Hasta, kadın mı, erkek mi? Bilmiyorum... Bu cümlenin öznesi kimdir diye düşündüm. Kim, sorusuna cevap arıyorum. Kim olduğunu bilirsem, ilk cümleyi yazacakmışım gibi hissediyorum. Bu öykünün diğer öykülerden bir farkı olacak sanırım... Hikayenin kahramanlarını tanımıyorum. Başlangıç cümlesine sıkıştırılmış gibiyim... Kurtulmak için kurgulamalıyım. Öyle kurmalıyım ki, zemberek yayından fırlasın ve  ben bile şaşırıp kalayım. Kendini yaratsın yazılacaklar..

                                                                                       
O halde başlayalım öyküye... Hasta, bir kadın olsun... Her zaman iç sesine kulak veren bir kadın...Bahar koyalım adını. Bahar düşünsün... Biz düşünü izleyelim...

 Bahar düşünür: 
“Böyle anlar da ölmek istiyorum. Yaşamda cesareti gerektiren iki sınır var. Birinci sınır, ölüm... İkinci sınır, delilik...İkinci sınır, birincisine nazaran bana daha yakın. Aslında bu sınıra yaklaşmak için cesur olmama bile gerek yok. İçimde biriktirdiğim olumsuz toplamlar, birden bire topumun ya da ailemin karşısına çıkacak... Öyle şaşıracaklar ki, tek bir şey söyleyecekler: “Delirmiş!”
                                               
Bahar’a bu düşünce ile ağır bir sorumluluk verdik. Hikayenin bir bölümünde ya ölmeli ya delirmeli... Bahar aklını yitirmiş. Delilik de, bir odada sekiz sene yatmak için akla yatkın bir neden gibi.  Başınızı sallamanızdan, hepimizin bu sebebi onayladığını anlıyorum. Hatta bir adım ileri gidebiliriz. Bahar’a hareketlerini engelleyen bir gömlek biçebiliriz. Beyaz renkli, kollarını kıpırdatamayacağı, amerikan bezinden, saldırganlığını engelleyecek bir gömlek. Aslında saldırgan olup olmadığını dahi bilmiyorum... O halde bilmek için, Bahar’ın iç dünyasında biraz daha yol almalıyız...Düşünde parmak izimiz kalacak ama düşünden düş koparalım. İçine  bakalım...

“Bu iki sınır üzerinde çok düşündüm. Yaşadığım evrenle, düşümdeki dünya arasındaki uzaklık beni çok yordu. Tanımadığım bir sanrı içindeyim. Tanımadığım dostlarım var ve tanımadığım sevgilim. Bilmediğim ve hatta bilemeyeceğim sevgilimi koşulsuz seviyorum. Onun için güzel oluyorum. Gözüm her seferinde pürtelaş içinde, gözüne değdiğinde daha çok parlamak için bekliyorum. Varlığımı bilmemesine rağmen, her günü onu görmek arzusu ile kucaklıyorum. Küçük bir kız gibi oyun oynuyorum. Otobüste, metroda, kütüphanede karşısına çıkıyorum.  Bunu neden yapıyorum bilmiyorum. Kendimi üzüyorum. Gözümün aradığı belki de ömrümün bu deminde aradığım kişi, beni farketmiyor. Çok tuhaf, aklımı hükmümün altında tutamıyorum. Zavallıyım... Alçakça aklım benimle dalga geçiyor.”
Bahar’ın kafasını bunca karıştıran, platonik aşkıdır. Sınavlara hazırlanmak için her gün gittiği kütüphanede görüyor adamı. Başlangıçta merak ettiği kişi, tutkusu olmuş çıkmış. Öyle ki bir kağıda “şeytan azapta gerek. Günümün üzerinde yürüyen sizi çok merak ediyorum” yazıp, ilkokul çocukları gibi adamın çalıştığı masaya bırakıyor gizlice. Yüzlerce kişinin çalıştığı bir kütüphanede, masanın üzerine bırakılmış böyle bir pusula bulsaydınız ne yapardınız? Şaşırır, belki de merak eder ya da kızardınız. Bahar’ın sevgilisi (adam bilmese bile) ise: “Mutlaka biri dalga geçmek için yaptı. Kimbilir hangi piç?” diye düşünür. Adamın gözüyle piçi bulmak için tararız çalışma salonundaki her yüzü. Bulabildik mi? Hayır.
 Bu arada beklenmedik bir an da Bahar konuşur:

“Yeni bir oyun öğrendim. Karşıtlıklar üzerine temellendirme... Birbirine karşıt olanlar oyunda karşılıklı duruyorlar. İyi-kötü, yapılması gerekenler-yapılmaması gerekenler, birey-toplum... Tüm bu karşıtlıklardan yola çıkılarak bir değer oluşturuluyor. İnsanın iç dünyasında geliştirdiği düşüncelerin, davranışları ile uygun düşmesi halinde karşıtlıklar üzerine temellendirme tamamlanıyor ve “ahlak” sahnenin tam ortasında tüm alkışları topluyor. Oyunda en çok “iyi”den bahsediliyor ama iyiyi bir türlü göremiyoruz. Çünkü iyi, benimsenen olduğundan, tıpkı yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenlerde olduğu üzere, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişiyor.  Ama, toplumun belirleyiciliğine tapıyorsunuz... Hiçbiriniz, kişisel seçimimi onaylamıyor. Bencil böcekler! Ben bu oyunu alkışlamıyorum. Ahlaksızın tekiyim.”

 Oysa, bir kadın ile bir erkeğin düşündüğü şey hiç aynı olur mu?   Olmaz tabiî ki. Bu tam anlamı ile karşıtlıkların rapsodisi...   Bahar, onca yıl bu odada, günü gününe tutmaksızın, esti gürledi, fırtınadan önceki sessizlik gibi sesini gizledi... Delibozuk konuştu.. .Deliliğe vurdu. Vurduğu yerden ses getirdi de biz yalnızca dinledik. “Kimim Ben” dedi cevabını veremedik. Yoksa O, bizim deli sandığımız bir akıllı mıydı?


Bu denli aklı başında bir hastayı sekiz yıl boyunca kimler dinledi dersiniz? Yazan gitti, delilik bitti.

Sabiha