25 Mayıs 2011 Çarşamba

"Konyalıların bilmediği Eflatunpınarı"

Konyalılar bilmiyor ya da çok azı duymuş. Eflatunpınar’ı görmeye gideceğimizi söylediğimizde şaşırıyorlar. Eflatunpınar’ı, Hititlerden kalma bir anıt. Beyşehir’e 22 km uzaklıkta.  Sandık Hacı Köyü’ne yaklaşınca kahverengi tabelanın mihmandarlığı ile anıtı buluyoruz.

Üç bin yıldır, ellerini göğsüne kavuşturmuş, sırtlarında tanrı ve tanrıçalarını taşıyan, belki de anıtın ve hatta evrenin ayakta durmasının sebebi, sakallı ve sivri külahlı beş iri tanrının, dimdik duruşları ile karşılaşıyoruz. Kutsal havuza ulaşmak için iptidai yerleştirilmiş bir kalasın üzerinden 5 metre yükseklikteki üç adet boğanın kızıl renkli nefeslerini ensemizde hissederek ilerliyoruz. Kesme taşlardan oluşmuş havuzun binlerce yıldır hiç durmadan kaynayan pınarının berraklığına yansıyan ise bereket… Hitit Tanrıları, bolluk için güneşten yaratıcılığını kullanmalarını istiyorlar sanki.  Yekpare bir taşa yontulmuş kanatlı güneş kursu ise, tüm bozkıra can veriyor, toprağı büyüleyerek berekete boğuyor. Omuzlarındaki yükle ayakta duran tanrıların üç tanesinin eteklerindeki deliklerden,  çıplak bozkırı bellemek için sular fışkırıyor. Anıtın sağında ve solunda, tahtlarında oturan iki su pınarı tanrıçası sessizce sudaki akislerini izliyorlar. Su, etraftaki sessizliğe dokunmadan akıp gitmek isterken, ellerini güneşe doğrultmuş tanrılar semazenler gibi, işittikleri sesle yerin altına akmayı, hasat vakti yerin üstüne bereket olarak çıkmayı diliyorlar.
Eflatun rengi, soyluluk ve otorite simgesidir. Bozkırın orta yerinde yapılan Hitit anıtına Eflatunpınar denilmesini, Hititlerin işte bu muazzam otoritesine ve gücüne bağlıyorum.
Ayrılırken eflatun suya düşüyor, su erguvan renkli mürekkep oluyor ve kalemin ucundan kağıda dökülüyor:
“Keşke çok geç bulduğumuz bu su kültünü temiz tutabilsek, biraz özen göstersek, tanrıları koruyabilsek, Hititlerin büyüklüğünü tüm evrene anlatabilsek…”
Ne güzel olur.
Mayıs 2011, Eflatunpınar, Beyşehir, Konya

16 Mayıs 2011 Pazartesi

DÜNYANIN EN ESKİ YERLEŞİM YERİ ÇATALHÖYÜK


Kor ateş suya düştüğünde, gezilerimizi rahat yapacağımızı düşünürdük ama Konya bizi ilkyaza rağmen serince karşıladı. Mayıs pembe fistanlarını üzerine geçireceğine, omzumuza kabanımızı aldırdı. Mayısın altısı ama suhunet olsa olsa altıydı. Tüm serinliğe rağmen sabahın ilk saatlerinde yönümüzü Çumra İlçesi’nin 10 km doğusundaki Çatalhöyük’e çevirdik.

Geçtiğimiz verimli büyük ovanın 16000 yıl önce bir göl olduğuna inanması güç. Sağımız ve solumuz yemyeşil. Açık renk yeşilin buğday, koyu renk yeşilin ise arpa olduğunu öğrendik. Hasat vakti geldiğinde, Konya Ovası altın rengine bürünecek. Temmuz’un yüzü, gözü, elleri bereket olacak.

Su kanallarını takip ederek 9000 yıllık kentin olduğu yere vardık. “Çatalhöyük’e Hoş geldiniz” tabelasının üzerindeki talimatları okuduk. “Ziyaretçi geldiğinde zile basarak bekçiyi haberdar eder” talimatına uyduk, zile bastık. Bekçi ağabey geldi, idari binaya bizi götürdü ve gezebileceğimizi söyledi. İdari binada daha çok kazı çalışmalarına ait fotoğraflar ve yazılar var. Yaşlı evrenin en eski yerleşim merkezindeyiz. Çatalhöyük insanlarının neden, ne şekilde buraya geldiği bilinmese de, karmaşık mimarı yapının yaratıcıları yaklaşık 50 yıl boyunca katmanlarını değiştirerek ama aynı yerde katmer katmer yaşamışlar. Kapıdan değil, bacadan girmişler. Sokakta değil, dam üzerinde gezmişler. Toprak bereketli olduğu için beslenmeye değil, sanat için zaman harcamışlar. Dünyanın ilk manzara resmini burada çizmişler. Yazıları okurken, arkeologlara soru soran köy halkanın haklı soruları aklıma takıldı.

• Evlerin neden kapıları yoktu?

• Neden tavandan evlere giriliyordu?

• Neden ölülerini zemin altına gömdüler?

• Kadın erkek eşit miydi?

Kapıları yoktu, belki canavarlardan korkuyorlardı. Tavandan giriyorlardı, çünkü kapıları bacalarıydı. Ölülerini seviyor, yamaçlarında istiyor, oturdukları odanın altına gömüyorlardı. Kadın erkek eşitti, ne erkekler için ayrılmış divan-ı hümayun, ne de yalnızca kadınlara kollayan Kibele vardı. 9000 yıl önce yaşamış, modern insanlardı.

Beli bükülü evrenin, bağrında sakladığı bu kerpiç evleri 9000 yıl sonra görmek, ölümsüzlük hissini yaşatıyor. Kazıların olduğu iki alanda korugan inşa edilmiş. Böylelikle, kazı çalışmalarında ve sergileme de kolaylık sağlanmış. Sorularımıza daha kolay cevap bulabiliyoruz.

Yeşil çayırların içinde koşuşturan rüzgar, sokakları olmayan büyük kasabada damlardan atlayan çocukların neşeli çığlıklarını yanımıza taşıdı. İçimizdeki binlerce yıllık yorgunluğa rağmen, “Fotoğraf çekmek her şekilde serbesttir” talimatına uyarak geçmişi fotoğrafladık.

Gülümseyin, Çatalhöyüklüler şimdiki kentlileri şaşırtıyor.

Mayıs 2011, Çatalhöyük, Konya

4 Mayıs 2011 Çarşamba

"Bekaa, Pringles, Baalbek"

Dünyanın düzeni dosdoğru olsun diye, temeli sağlam bir hukuk sistemi için medeniyetin merkezi Beyrut’ta “Roma Hukuku Okulu” açılmış. Beyrut’un Doğu’nun Paris’i olduğu yönünde herkesin bildiği yakıştırmadan ziyade, ilk Roma Hukuku okulunun bu şehirde açılmış olması merakımızı daha da arttırdı ve Antakya’dan ilkyazın serinliğinde hukukun doğuşuna doğru yolculuğumuza başladık.


Reyhanlı’dan Cilvegözü Sınır Kapısı’na gittik. Vizenin kalkmış olması sınırlardaki bürokratik işlemleri hızlandırmış, çok kısa bir sürede Bal al Hawa’dan Suriye’ye giriş yaptık. Suriye’nin en eski şehirlerinden Hams’ın yakınlarında kahvaltı için “Asi” isimli bir tesiste durakladık. Sallama çay, lavaşa benzeyen ekmek, yoğurt ve tadı tuzu olmayan peynirden oluşan kahvaltımızı yaparak, 250 km ötemizdeki Lübnan için yolumuza devam ettik.

Havada hepimizi sarmalayan serin, nemli bir koku vardı. Ilık, puslu hava, uçan bir halı gibi Asi Nehri’nin geçtiği her yerde havada asılı duruyordu. Sanki sihirli bir el, Bekaa Vadisi’ne bereket saçmış. Lübnan Dağları’ından doğan Asi, tüm nehirlerin aksine güneyden kuzeye akarken, geçtiği ovaları, vadileri gebe bırakmış. Bekaa’da yetişen meyve ve sebzelerin diriliği, tadının lezzeti hep bilinirmiş. Vadinin yeşil rengi hepimizi şaşırttı. Açıkca, Bekaa Vadisi’nin terör örgütlerinin eğitim yeri olduğuna ilişkin ezbere bilgimiz, vadiden biraz endişeli ve fakat yeşile boyanmış zihnimizle daha çok şaşkın ilerlememize neden oldu.

5 saatlik yolculuktan sonra, Lübnan’a giriş yapacağımız sınır kapısına ulaştık. Sabah olduğu için kapıda çok fazla kişi yoktu. Halepli rehberimiz Barkew de, işlemlerimizi hızlandırmak için koşuşturuyordu. Onu beklerken ihtiyaç molası verebileceğimizi söyledi. Sınır kontrol noktaları o kadar iptidai yapılmış ki, hiçbirimiz tuvaletlere giremedik. Sıkışık bir halde beklemeye devam ettik.

Beklerken kendimizi oyalamaya çalıştık. Kapıdaki tek dükkanda Dolar bozdurup, Lübnan Lirası aldık. Bakkalın kapısında asılı Hasan Nasrallah’ın posteri ve hemen önündeki pringles çerezleri dikkatimi çekti. Ne yaman bir çelişkidir ki, emperyalizmin simgesi pos bıyıklı pringles ile Lübnan’da İslami direnişin simgesi haline gelen Hizbullah’ın sekreteri Nasrallah, aynı sloganı çarpıcı bir şekilde fısıldadılar kulağımıza: “bir ısırık alın ve bir daha hiç bırakamayacağınız bu saldırgan tada takılın…” Sırtını dükkanın kapısına yaslamış Lübnanlı genç, fısıldananlardan habersiz bizleri izledi.

İşlemlerimizi tamamladıktan sonra Beyrut’un yaklaşık 86 km kuzeydoğusundaki Unesko Dünya Kültür Mirasları listesinde yer alan Baalbek Antik kentine gitmek için yola koyulduk. Güneşin Şehri (Heliopolis) olarak bilinen bu kent, Romalılar tarafından Jüpiter’e yapılmış. Tapınak girişinde Lübnanlı öğrenciler ile karşılaştık. Öğretmenleri kentin tarihi hakkında bilgi veriyordu. Tüm öğrenciler pür dikkat Fransızca konuşan öğretmenlerini dinliyorlardı. Açıkçası şaşırdım ve üzüldüm. Dört yüz yıl Lübnan’da hüküm süren Osmanlı’dan ne dil ne kültür kalmamışken, yalnızca kırk yıl Lübnan’da kalan Fransa, ülkenin anayasasını da etkilemiş, dilini de. Dilin güç olduğunu Fransızlar çok iyi biliyorlar.
Karma karışık bu duygular ile tapınağa girdim ve düğümlendim. Bu denli büyük, bu denli görkemli bir tapınağı daha evvel görmemiştim. Geçmişi görerek bakmaya çalışırım. Geçmişteki halini düşünmek bile beni inanılmaz heyecanlandırdı. Merkür’e adanmak için yaptırılan Jüpiter, Baküs ve Venüs Tapınaklarının sütunları gökyüzüne zarif işlemeleri ile yükselmekteydi. Dokuz bin yıldır Beka’nın üzeride durduklarına inanamadım. Granit sütunların modern teknikle dahi hareket ettirilmesi güç iken, blokların ayağa nasıl kaldırıldığı sorusuna kimsenin cevap veremediği öğrendik. Tapınaktan sonra Baalbek’in girişindeki müzeyi gezdiğimizde tüm bilgiler yerlerini buldu. Ortadoğu’daki en önemli Roma Şehri’nden ayrılmak güç olsa da, Barkew seslendi: “Tekerlek Beyrut’ta döner, gitmeliyiz”.


Lübnan, Mayıs 2010