
Dünyanın düzeni dosdoğru olsun diye, temeli sağlam bir hukuk sistemi için medeniyetin merkezi Beyrut’ta “Roma Hukuku Okulu” açılmış. Beyrut’un Doğu’nun Paris’i olduğu yönünde herkesin bildiği yakıştırmadan ziyade, ilk Roma Hukuku okulunun bu şehirde açılmış olması merakımızı daha da arttırdı ve Antakya’dan ilkyazın serinliğinde hukukun doğuşuna doğru yolculuğumuza başladık.
Reyhanlı’dan Cilvegözü Sınır Kapısı’na gittik. Vizenin kalkmış olması sınırlardaki bürokratik işlemleri hızlandırmış, çok kısa bir sürede Bal al Hawa’dan Suriye’ye giriş yaptık. Suriye’nin en eski şehirlerinden Hams’ın yakınlarında kahvaltı için “Asi” isimli bir tesiste durakladık. Sallama çay, lavaşa benzeyen ekmek, yoğurt ve tadı tuzu olmayan peynirden oluşan kahvaltımızı yaparak, 250 km ötemizdeki Lübnan için yolumuza devam ettik.
Havada hepimizi sarmalayan serin, nemli bir koku vardı. Ilık, puslu hava, uçan bir halı gibi Asi Nehri’nin geçtiği her yerde havada asılı duruyordu. Sanki sihirli bir el, Bekaa Vadisi’ne bereket saçmış. Lübnan Dağları’ından doğan Asi, tüm nehirlerin aksine güneyden kuzeye akarken, geçtiği ovaları, vadileri gebe bırakmış. Bekaa’da yetişen meyve ve sebzelerin diriliği, tadının lezzeti hep bilinirmiş. Vadinin yeşil rengi hepimizi şaşırttı. Açıkca, Bekaa Vadisi’nin terör örgütlerinin eğitim yeri olduğuna ilişkin ezbere bilgimiz, vadiden biraz endişeli ve fakat yeşile boyanmış zihnimizle daha çok şaşkın ilerlememize neden oldu.
5 saatlik yolculuktan sonra, Lübnan’a giriş yapacağımız sınır kapısına ulaştık. Sabah olduğu için kapıda çok fazla kişi yoktu. Halepli rehberimiz Barkew de, işlemlerimizi hızlandırmak için koşuşturuyordu. Onu beklerken ihtiyaç molası verebileceğimizi söyledi. Sınır kontrol noktaları o kadar iptidai yapılmış ki, hiçbirimiz tuvaletlere giremedik. Sıkışık bir halde beklemeye devam ettik.
Beklerken kendimizi oyalamaya çalıştık. Kapıdaki tek dükkanda Dolar bozdurup, Lübnan Lirası aldık. Bakkalın kapısında asılı Hasan Nasrallah’ın posteri ve hemen önündeki pringles çerezleri dikkatimi çekti. Ne yaman bir çelişkidir ki, emperyalizmin simgesi pos bıyıklı pringles ile Lübnan’da İslami direnişin simgesi haline gelen Hizbullah’ın sekreteri Nasrallah, aynı sloganı çarpıcı bir şekilde fısıldadılar kulağımıza: “bir ısırık alın ve bir daha hiç bırakamayacağınız bu saldırgan tada takılın…” Sırtını dükkanın kapısına yaslamış Lübnanlı genç, fısıldananlardan habersiz bizleri izledi.

İşlemlerimizi tamamladıktan sonra Beyrut’un yaklaşık 86 km kuzeydoğusundaki Unesko Dünya Kültür Mirasları listesinde yer alan Baalbek Antik kentine gitmek için yola koyulduk. Güneşin Şehri (Heliopolis) olarak bilinen bu kent, Romalılar tarafından Jüpiter’e yapılmış. Tapınak girişinde Lübnanlı öğrenciler ile karşılaştık. Öğretmenleri kentin tarihi hakkında bilgi veriyordu. Tüm öğrenciler pür dikkat Fransızca konuşan öğretmenlerini dinliyorlardı. Açıkçası şaşırdım ve üzüldüm. Dört yüz yıl Lübnan’da hüküm süren Osmanlı’dan ne dil ne kültür kalmamışken, yalnızca kırk yıl Lübnan’da kalan Fransa, ülkenin anayasasını da etkilemiş, dilini de. Dilin güç olduğunu Fransızlar çok iyi biliyorlar.


Karma karışık bu duygular ile tapınağa girdim ve düğümlendim. Bu denli büyük, bu denli görkemli bir tapınağı daha evvel görmemiştim. Geçmişi görerek bakmaya çalışırım. Geçmişteki halini düşünmek bile beni inanılmaz heyecanlandırdı. Merkür’e adanmak için yaptırılan Jüpiter, Baküs ve Venüs Tapınaklarının sütunları gökyüzüne zarif işlemeleri ile yükselmekteydi. Dokuz bin yıldır Beka’nın üzeride durduklarına inanamadım. Granit sütunların modern teknikle dahi hareket ettirilmesi güç iken, blokların ayağa nasıl kaldırıldığı sorusuna kimsenin cevap veremediği öğrendik. Tapınaktan sonra Baalbek’in girişindeki müzeyi gezdiğimizde tüm bilgiler yerlerini buldu. Ortadoğu’daki en önemli Roma Şehri’nden ayrılmak güç olsa da, Barkew seslendi: “Tekerlek Beyrut’ta döner, gitmeliyiz”.
Lübnan, Mayıs 2010