Bekleme salonunda üç kişiyiz. Sekreter kız, ben ve saçlarından dolayı yüzü görünmeyen bir kadın. Saat 18.00 için randevu almıştım. Saat 18.10…Doktorun kapısı hala kapalı… Belli ki içeridekinin dışarıdakilere göre daha çok sorunu var. 18.20… içeriye salep götürüyor çaycı… Salep ile sorunlar arasında ilgi kuramıyorum. Seans –sohbet- uzayacağa benziyor.
Oturduğum yerde kımıldayamıyorum. Deri koltuk hareket ettiğimde gıcırdıyor. Hareketsiz kalıveriyorum bir yontu gibi. Yüzünü göremediğim kadın, kolundaki lastik tokayla saçlarını topluyor. Eli yüzü açılıyor. Sıkıntılı ve sabırsız… Bacaklarını oturduğu yerde iki yana açıp kapatıyor. Hareket ettikçe bekleme salonunun içine suni derinin çıkardığı kirli bir ses yayılıyor. Kadının bacaklarının üzerine atlamak, oturmak, hareketine engel olmak istiyorum. Fakat aniden vazgeçiyorum. Eş sesleri çıkartmak istemiyorum. 18.26. Gözlerim kepenklerini aşağıya çekmeye başladı. Zorluyorum kendimi, “uyuma sakın!”diye. Uyku, uyu, uuuuu.
Doktorun odasındaki deri koltuğa uzanmış bir şekilde buluyorum kendimi. Duvardaki saat 18.52’yi gösteriyor. Yine dayamayıp uyumuşum. Kalkmak istiyorum ama deri koltuk tüm derime yapışmış sanki. Terden yapış yapış olmuşum. Kolumu ve bacaklarımı koltuktan zor kurtarıyorum. Doktorun odası, bekleme salonundan daha sessiz. Yelkovanın, akrebi kovaladığını duyuyorum. Tik tak, tik tak...
Sekreter ve doktor, endişeli gözlerle “İyi misiniz?” diye soruyorlar. “İyiyim. Uyuyakalmışım” diyorum. Tansiyonumu ölçüyor doktor. “hipersomnia mısınız?” diye soruyor. Bir ağız dolusu gülmek istiyorum. “Yok yok, uyku hastalığım yok. Gecem gündüzüme, gündüzüm geceme karıştı, o kadar” diyorum. Doktorun yüzüne bir kaç saniye için tebessüm mandallıyor melekler fakat rüzgar çok güçlü estiğinden gülümsemenin uçup kaybolmasına mani olamıyorlar. “Lütfen oturun, konuşalım” diyor doktor. Masasına geçiyor. Oturduğum koltuk masaya göre daha alçak olduğundan doktor boylu poslu gözüküyor. Aslında benden beş on santim daha uzundur o kadar. Randevuya geciktiği için özür de dilemiyor; ama hemen sorgu suale başlıyor:
- Sizi öyle yarı baygın görünce çok endişelendim. Neden uyuyakaldınız? Çok mu çalışıyorsunuz?
- Yok bilakis işleri serdim.
- Çok yorgun gözüküyorsunuz?
- Geceleri uyuyamıyorum.
- Neden uyuyamıyorsunuz?
- Duymak istiyorum.
- Anlamadım. Neyi duymak istiyorsunuz?
- Seni seviyorum demesini.
- Kimin?
- O’nun.
- O ?
- Sevgilim.
- Bunu size söylemesini isteseniz…
- Yalnızca sayıklarken söylüyor. Kendi bile bilmiyor söylediğini. Bilse… Sayıklamaz, sayıklama ihtimali için uyumaz.
- Sevdiğini söylemeyenlerden… Ne zaman sayıklayacağı da belli olmaz ki.
- Aslında az çok sayıklayacağı anı biliyorum.
- Ne zaman?
- Seviştikten sonra kollarıma ya da göğsüme yaslanıp tatlı uykusuna kayarken.
- Uyuduktan hemen sonra sayıklıyor mu peki?
- Sorun burada işte. Mutlaka sayıklar, ama hemen ama çok sonra.
- Sayıklama, iç geçkinliğinde söylenmiş şeyler. Bilme, isteme...
Doktor şu Dakka konuşmayı kessin istedim, lafını kestim:
- Ama şimdiye kadar bunu bana kimse söylemedi. Duyuyorum ya bu önemli.
Doktor pür dikkat dinliyor ve önündeki deftere küçük notlar alıyordu.
“Sevinç Hanım uyku hastası değil. Çok sevdiği adam asla “seni seviyorum” demiyormuşmuş. Ama Sevinç Hanım, seni seviyorum demesini yitirmiş bu çok sevgili adamın sayıklarken “seni seviyorum” dediğini farketmişmiş. Sırf bunu duymak için kimileyin sabahlara kadar pek sevgili adamın sayıklamasını bekliyormuş. Bekleyişler onu çok yoruyormuş. Hatta hiç uyumadan işe gittiği de oluyormuş. Oturduğu yerde uyukluyor, insanlara yorgunluğunu yalanlar söylerek açıklamaya çalışıyor, günlerini yitiriyormuş.”
Doktor, yazmayı bırakıp, gözlüklerini indirerek sordu:
- Gece uyuyamayınca, gününüz nasıl geçiyor?
- Duruşmalarda nerede duracağımı şaşırıyorum.
- Nasıl yani?
- Davacı ya da davalı duruşma salonunda farklı yerlerde durur.
- Avukat olarak şimdiye kadar ne çok davaya girmişsinizdir. Ne var bunda…
- Uykusuzluktan nerede duracağımı hatırlamıyorum.
- Nerede duracağınız çok önemli mi?
- Valla hakimlerden hep azar işitir oldum. Duruşma salonuna giriyor, gireceğim duruşmanın dosyasına bakıyorum. Davalı…Davalı nerede durur…sol tarafta… salonlar hep birbirinden farklı olduğundan solumu şaşırıyorum. Avukatlık yapmaya ilk başladığımda öğretmişlerdi. Hakimin sağ kolu davacı, sol kolu davalıdır diye. Gözlerim yarı kapalı yargıcın kollarına bakıyorum… Davalıyım… O halde sol kol… İyi ya sol kolu hangisi? Yoksa sağ kol muydu? Yok yok sol kol… Bunca iç çözümlemeye rağmen gidiyorum, davacı vekilinin yanında duruyorum. Hakim:
- Avukat Hanım yanlış yerde duruyorsunuz.
- Evet efendim!
- Yerinize geçer misiniz?
- Tabi efendim!
- Cevap dilekçenizi verdiniz mi?
- Hayır efendim!
- Zamanaşımı süresini kaçırdığınızı biliyorsunuz değil mi?
- Gözlerim yarı kapalı, cılız bir sesle “evet efendim”
- O halde yaz kızım, davanın kabulüne…
Yeni bir günde yine bir dava daha kaybettim. Uyumaktan başka bir şey yapamıyor, çalışamıyorum.
- Seni seviyorum demesi sizin için neden bu kadar önemli?
- Annem söyledi. Babam beni çok severmiş ama gösteremezmiş, söyleyemezmiş sevgisini… Yalnızca başımı tek bir hareketle sıvazlardı babam. Bu hareket seni seviyorum demekmiş. Ağzı dili olmayan bir dokunuş... Ne anlama geldiğini de kendisi değil, annem söyledi. Hep dillenmesini bekledim bu dokunuşun… Nihayetinde bir adamın sayıklamasında dile geldi.
- Bugün bana neden geldiniz?
- Bu sabaha karşı yine “seni seviyorum” diye sayıkladı.
- E, ne güzel işte.
- Fakat bu sabah “seni seviyorum Azade” dedi.
- Azade de kim?!
Doktorun son sorusunu yarı uyanık cevapladım.
- Azade de kim…
SabihaÇETİNKAYAKUŞ
Bu kadar uzun bir öykü yazıldığına göre ya tez bitti ya işleri serdin.
YanıtlaSilÇok iç acıtıcı...Gösterilmeyen sevgi yok sevgidir derim her zaman..Sanırım bu okuduğumdan sonra söylenmeyen sevgi yok sevgidir de diyeceğim...
YanıtlaSilÇok etkilendim. Hem hikayeden hem anlatımdan. Tebrikler.
YanıtlaSil