15 Mart 2010 Pazartesi

TEN

- “İnsan nasıl bu kadar çıplak olabilir anlamıyorum.”
- “Daha once hiçbir ceset görmemiş gibi konuşuyorsun.”
demiş Ferit Edgü...

-“Bak işte ne güzel bir öykü. Başı sonu belli değil. Başını da, gerisini de sen düşünüyorsun.Nerede olduklarını okuyan düşünüyor.”
- “Niye morgda değiller mi?”
- “Ben böyle birşey söylemedim. Sen morgu düşünmüşsün, bense akraba iki kadın düşündüm. Etraftakiler görmesin diye müstakil evin bahçesine çarşaf gerip, ölen adamı yıkamak için,kazanın altına odun atıyorlar.”
- “Adam olduğunu nereden biliyorsun, uyduruyorsun.

Sabiha

14 Mart 2010 Pazar

Eskihisar

Eskihisar, her yolcunun İstanbul'dan Güney'e inerken Topçular'a ulaşmak için kullandığı bir geçiş yeridir. Eskisihar feribot limanı, körfezi birleştiren bir noktadır. Bayram seyrana denk gelmişse yolculuk, körfezin karşı tarafı o denli uzak, Eskihisar o denli sıkıcı gözükür. Gitmek için başladığımız yola, mecburen başlangıçta verilen uzun bir moladır liman... Sanırım düne kadar böyle anlatabilirdim Eskihisar'ı...

Dün herhangi bir yolculuk için değil, yalnızca Eskihisar'ı gezmek için çıktık yola. Banliyo treni ile Gebze'ye gittik. Trenden indikten sonra, oto tamircisi bir ağabeyden, Eksihisar tabelalarını izleyerek limana giden yolun üzerindeki üst geçitten karşıya geçip, vadiden aşağı kendimizi bıraktığımızda Eskihisar'a ulaşabileceğimizi öğrendik. Vadinin başında Almanlar tarafından yapılmış Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı Taş Viyadüğü ayaklarını gördük. Yaklaşık 140 yıl önce yapılan bu ayaklar dimdik ayakta durmaktalar. Kış güneşi ile yeşillenmiş çayırlarda renkli paltoları ile çocuklar top oynuyorlardı. Tepelerdeki evler birkaç katlı apartman şeklinde inşa edilmiş ama o kadar sakil, o denli pespaye gözüküyorlar ki, yapı(sız)lanmamıza hayıflandık. Dere boyunca evlerin çehrelerinin değiştiğini iki üç katlı vilların inşaa edildiğini izledik. Yirmi dakikalık yürüyüş sonrasında Eskihisar Kale'sine ulaştık.

Yüksek bir tepe üzerine kurulan bu kalenin, körfezdeki trafiği denetlemek ve limanı korumak için Bizans ya da Britanya Krallığı zamanında yapıldığı zannedilmekteymiş. Kalenin arka kısmından dolanmışız. Üst tarafta kaleye giriş için kapı yok. Duvar ve surları tuğla süslemeli kalenin burçlarında gezen, neşeli kahkahalar atan çocuklara seslendim. İçeriye nasıl girdiklerini sordum. Demir kapının ardından, düz bir duvarı gösterdiler. Oyuklara basarak çıktıklarını söylediler. Bir yanım “çıkabilirsin”dedi, öte yanım “dur yakışık kalır mı” diye söylendi ve ben küçük arkadaşlarımın fotograflarını çekerek geldiğim yolu takip edip, denize ulaştım. Kalenin tek girişi aşağıdaymış. Uzun süre bakımsız bırakıldıktan sonra restore edilerek duvar ve surları kurtarılan kalenin içine girmedim.
Eskihisar, Osmanlı yönetiminin çeşitli kademelerinde yer alan kişilerin sahifiye yeri olarak kullanılmış. O dönem için Gebze İstanbul'a uzak olsa bile, havasının, suyunun güzelliği ve belkide kalesi olması sebebi ile çekim merkezi olmuş. Osman Hamdi Bey de yazlarını Eskihisar'da geçirmiş. Konağı müze haline dönüştürülmüş. İki katlı ahşap konağın yüzü denize dönük, sırtı bir tepeye yaslanmış. Bahçesi ağaçlar ile dolu. Müzeyi genç bekçisi gezdirdi. Gezdirmeden evvel, adımızı ve mesleğimizi girişteki deftere yazdı ve imzamızı aldı. Osman Hamdi Bey, girişteki çalışma odasında bizi düşünceli karşıladı. İlk galeride yaptığı resimlerin reprodüksiyon izleyebiliyorsunuz. İkinci katta da banyosu, çalışma atolyesi ve ikinci galeri gezilebilir. Keşke, resimlerin orjinalleri burada sergilenebilseydi diye düşündükten sonra, Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nden, karakalem üstadı Hoca Ali Rıza'nın resimlerinin çalındığını hatırlayarak, vazgeçtim. Hiçbirşeyi koruyamıyoruz.

Osman Hamdi, “Kaplumbağa Terbiyecisi” ile tanınır ama ben onu ilk defa İstanbul Arkeoloji müzesini gezerken öğrendim. İskender'in Lahti'nin muazamlığı karşısında dilim tutulmuşken, lahti Lübnan'dan Türkiye'ye getirenin bir Osmanlı olduğunu öğrendikte, hem şaşırmış hem mutlu olmuştum. Osman Hamdi, tarih bilinci gelişmiş, tarihi eserlere çok önem veren bir müzecidir. Bu nedenle O'nu, yaşantısının önemli bir bölümünü geçirdiği evinde ziyaret etmek sevindirdi beni.

Konağı gezdikten sonra, bahçesinde soluklandık. Karnımız açıktığı için deniz gören bir yerde balık yemeye karar verdik. Küçük bir yerleşim yeri olduğu için alternatifimiz de çok değildi. Yaptığımız küçük araştırmaya göre Rota, Sahil Restoran iyi lokantalarmış ve fakat yapımı devam eden Gebze Eskihisar Kentsel Tasarım ve Peyzaj Projesi'nden dolayı lokantaların önü çamur içinde ve delik deşikti. Tüm deniz kasabalarının makus kaderidir. Her kış moderneşlertirilmeye çalışılırken, ırzına geçilir toprağın, kasabanın. Yazın makyajlanmış görüntüsünde gün batımı izlenir, kışa kadar çaktırmadan yavaş yavaş hırpalanır ve Mart ayında tekrar delik deşik edilmeye başlanır. Adına rant mı dersiniz, gereklilik mi bilemem ve fakat sıkıldım bu durumdan. Sağlam yaptığımız bir şey olsun istiyorum. Daha sonra aynı yere, bildiğim şeyleri tekrar göreceğimin rahatlığı ile gitmek istiyorum.

Küçük Ev isimli bir lokantada karar kıldık. Kış güneşinin aldatan parlaklığına kanıp, dışarıda oturduk. Tekir yedik, bira içtik. Açığa demirlenmiş gemilerden karaya çıkan heyecanlı gemicileri izledik. Gemilere kumanya getiren minibüsten malları teslim alan gemicinin telaşını gördük.

Eskihisar feribot limanına yürüdük. Limanın kasabaya bu denli yakın olduğunu görende şaşırdım. Deniz trafiğinin tıkandığı, sıkılmaya başladığınız anda, limanın soluna yönelin. Nefesleneceğiniz, rahatlayacağınız bir mola yeri olacaktır Eskihar.

13 Mart 2010
Gebze-İzmit
Sabiha

13 Mart 2010 Cumartesi

Belen Kahvesi

Güney'e nihayet gidiyoruz. Tüm yıl bunu beklemiştik. Yolculuğumuzu kadim dostlarımız Gülçin ve Emre ile yapacağız. Eskihisar'dan 21:20'da yola çıktık. Balıkesir'e 01:00'de vardık. Emre ve Gülçin, araba kullandıkları için Asya Otel'de dinlenmemiz çok iyi oldu. Sabah, usul usul, tingir mingir yol aldık ve kahverengi tabelasını gördüğümüz “Belen Köyü”nde nefes aldık. Muğla'ya bağlı Çaybükü (Gevenes) Köyü'nün ilginç öyküsünü, kahveden etrafa telaşsız, usul usul dağılan, isimsiz bir efenin tok ve dingin sesinde dillenen türkü ile öğrendik.

Çıktım Belen Kahvesi'ne baktım ovaya,
Bay Mustafa çağırdı, dama oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı,
Aman Ormancı, canım Ormancı,
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı...


Kahvenin duvarlarında olayın kahramanlarının fotografları, mahkeme tutanakları var. 1946 yılında gerçekleşen bu talihsiz olayı unutmamak için mahalli bir sanatçının sesi ile Muğla Türküleri çalınıyor. Kahvede ilk dikkatimi çeken ise ağaç dallarının gölgesi ile girişteki dama masası oluyor. Savaşmaya hazır iki ordu gibi, açık ve koyu renkli ahşap taşlar yerlerini almışlar, sessizce verilecek talimatı bekliyorlar.

Demli çaylarımızı yudumlarken, Muğla Valiliği'nce 2005 yılında restore edilen kahvenin duvarına asılmış öyküyü ve türküyü okuyoruz (*). Ormancı Mehmet için içkili, Muhtar Tevfik için iyiliksever, Bay Mustafa için dama düşkünü Bey, denilmiş denilmesine de, muhtarın orman yangınında Ormancı'ya adam vermek istememesine biraz içerliyoruz. Ormancı delilenmiş yıkıvermiş dama masasını. Netice, bir ölü, bir yaralı, bir de mahpus... Geride kalan ise acı olayın türküsü, turizm enstrümanı olmuş bir öykü.

Yol boyunca, türkülere konu olan evlerin kahverengi tabelalar ile turizm envanterinde yer aldıklarını gördük. Misal, “Kerimoğlu Türküsü Köyü”. İyi mi olmuş, kötü mü olmuş bilemedim. Aslında, Belen Köyü Kahvesi'ne gösterilen özeni görende, köylerin çehresine sürülen bir parmak boyadan ziyade, şefkatle yanaktan alınan bir makas olduğu fikri mutlu etti beni. Köyün kaderi gösterilen bu özenle değişmiş. Güney'e inen turistlerin nefes aldıkları bir durak olmuş Belen Kahvesi.


Kulağımızda efenin sesi, dilimize pelensenk olmuş türkü ile yolumuza devam ediyoruz..

Aman Ormancı, canım Ormancı,
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı...

15.09.2009 Muğla
Sabiha


(*)
1946 yılında M“ustafa Şahbudak ve Muhtar Tevfik Cezayirli, dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında ‘Sarı Memet’ lakaplı Orman Memuru Mehmet İn çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik Köyü’nde yangın çıkmıştır. 1946 seçimlerinin evrakı Yatağan’a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan’a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için bekçiyi muhtardan ister. Muhtar Cezayirli, ‘Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem’ diye cevap verir. Bunun üzerine ormancı ile muhtar arasında tartışma başlar.

Muhtar Tevfik Cezayirli, ‘Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et’ der. Ormancı kahveye geri döner, dama masasına bir yumruk atar. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve ormancıyı tokatlar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, ormancıyı sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tahammül sınırını daha da zorlar. Şahbudak, yerinden kalkar, ormancının üzerine yürür. Ormancı Mehmet, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak’ı kolundan yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. Muhtar, ormancının ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa tetiği çoktan çekmiştir. Ormancı Mehmet İn, bunun üzerine kaçmaya başlar.Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil kaçmasına engel olmak içindir.

İkinci atışta Mehmet İn yere düşer. Arka cebinde tabaka olduğu için, ona bir şey olmaz. Ama, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik’i vurmuştur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde köyden 23 kilometre uzaklıktaki Muğla Devlet Hastanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey’e, ‘Babamın selamı var, bu adamı iyileştir’ diye yalvarır. Doktor Veli Bey, ‘O ölecek, önce senin kolunu saralım’ diye yanıt verir. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak, ‘Ben ölüyorum, hakkını helal et’ dedikten sonra can verir.