28 Temmuz 2012 Cumartesi

Ordan Burdan Şurdan 4


ZAMANSIZ ÇIĞLIK

Çok söylenen bir cümledir: “Zaman çok çabuk geçti”. Daha bugün dediğim dünkü gün nereye gitti? Dün demek için, güne sayısal anlamlar yüklüyoruz. Aslında olan biten basit görünse de çok karmaşık. Misal, yirmi dört saat… Altmış saniye bir dakika, bir dakikanın onda biri bir salise… E o zaman bir dakika altmış saniye ise çarp bunu bilmem kaçla, günü bul. Böl günü bilmem neye,  kaç saatte neye ne için zaman harcadığını yor. Çarp, böl, topla, çıkar… Tüm bu işlemlerden sonra bile ilk cümleyi tekrarlayacağım:

“Zaman ne çabuk geçti”
“Zaman akıp gidiyor”

Nasıl gidiyor? Nereye akıyor? Aktığı yerde birikiyor mu? Zaman denizi var mı? Varsa da kimse yerini bilmiyor mu? Denizde boğulmak istiyorum. Ciğerlerime kadar zaman dolsun istiyorum. Zamansızlıktan değil, zamandan nefessiz kalmak istiyorum. Zaman zaman bu rüyayı hep görüyorum.
Sabiha Çetinkaya Kuş 2012




PLaTONİK AŞK

Sesini duyunca,
Yüksek bir falezden düşüyor, kanatları olmayan kalbim.
Sesini duyunca, sesin olmak istiyorum.
Sesini duyunca, sana söyleyeceklerimi unutuyorum.
Senin dilini anlıyorum da, konuşamaz oluyorum.
Sesim sessizce siniyor sesine, duyuramıyorum.
Sesini duyunca, ses(n)sizleşiyorum.

Sabiha 2012




12 Şubat 2012 Pazar

Paranın Başkenti SARDES


Üzerimize altın tozu yapışsın diye baharın en serin ayı Nisanda Paktolos’a (*) doğru yol alıyoruz. Zenginliğin başkenti Sardes’e gitmeden evvel, yol arkadaşımız gözü gibi baktığı Kemalpaşa, Armutlu’daki kiraz bahçesine gidiyoruz. Hayatındaki tek tasanın, toplamda 7 harf olan isminin neredeyse yarısının “t” den ibaret olduğunu söyleyen kadim dostumuz (**), bahçeye ulaşmak için yaptırdığı yoldan geçerken gamı kederi bir kenara koyuyor, neşelendikçe neşeleniyor. Bahçenin kenarına asmalardan istinat yapılmış, kirazlar yeni çiçek açmış, bağlar patlamış, zeytinler yeni sürgünlerini vermiş. Kimin yazdığı belli olmayan bir bahar türküsü gözümüze çalınıyor. Kiraz olmak için beyaz fistanlarını üzerine geçirmiş kiraz ağaçları, türkünün bir nakaratı sanki. Haziranda her biri erik büyüklüğünde olacak kirazları, dallarından toplayıp yediğimizi hayal etmek bile iştahımızı kabartıyor.

Bahçesini gezdiğimiz kadim dostumuz hayalini anlatıyor: “Haziranda kirazları toplarken, Çingene çalgıcıları ve dansçıları getireceğim. İzmir’in en güzel havalarını çalacaklar, söyleyeceğiz, oynayacağız. Dallarında kirazları toplayacağız, rakıya meze yapacağız”. Düşünde kiraz çiçekleri pembeli beyazlı havaya savruluyor ve biz bu rüyayı hayra yorup, gerçekleşmesini diliyoruz.

Kiraz çiçekleri Nisanda, en olgun ve en güzel zamanında solmadan, yeni uyanan toprak ananın başına konfeti olarak dökülüyor. Kiraz çiçekleri sanki, yaşarken, ölümün her an çelme takabileceğini anlatıyor. Tıpkı bizim doğmakla ölüme yaklaşmamız gibi… Yaprağa, toprağa, çiçeğe böceğe dokunurken, iki ton tütün siparişi veren arkadaşımıza şaşkınlıkla bakıyoruz. “Böcekler zarar vermesin diye, ağaçların dibine dökeceğiz. Tütün her zaman zararlı değildir” diyor ve elinden düşürmediği sigarasına nazire yapıyor.

Bahçeyi gezdikten sonra paranın başkentine devam ediyoruz. Sardes, paranın ilk basıldığı yer. Lidya’nın başkenti olan Sart (Sardes), tarihte “krallar yolu” başlangıcı olarak da biliniyor. Kredi kartının atasının da bu topraklar olduğunu, Lidya krallığının en şaşalı dönemlerinde, devletin Lidyalı tüccarlara verdiği taş tabletlerde “bu kişinin yapacağı ticarette olası borçlar, krallığın garantisi altındadır” yazdığını Ümit’ten öğreniyoruz.






Salihli’ye 8 km uzaklıktaki Sardes ören yerinden evvel, sırtını Boz Dağ’a vermiş Artemis Tapınağı’na uğruyoruz. Tapınağa giden yolun hemen sağında Paktolos Çayı’nı takip ediyoruz. Yürürken buraya zenginlik veren çayın hikayesini anlatıyorum.“Gel zaman git zaman, Gordion Kralı Midas; şarap ve eğlence tanrısı Dionysos'tan "her tuttuğum altın olsun" diye bir istekte bulunmuş ve isteği kabul olmuş. Dokunduğu her şeyin altın olduğunu gören Midas, yanlış bir istekte bulunduğunu anlamış ve tanrıdan isteğini geri almasını için yalvarmış. Tanrı da Midas'ın, Paktolos ırmağında yıkanmasını söylemiş. Irmakta yıkandıktan sonra Midas eski haline dönmüş. Efsaneye göre de, o günden sonra Paktolos ırmağının kumları altın olmuş. Irmağın kıyısında yer alan Sardes kenti ırmaktan topladığı altınlarla zengin olup, tarihteki ilk parayı basmış.” Hikayeden hemen sonra, üç kafadar çaya doğru eğilip, altın arıyoruz. Bulamıyoruz, çünkü Lidyalılar çoktan parayı bulmuş ve Midas çoktan Paktolos'ta yıkanmış. Başımızı kaldırıp tapınağa baktığımızda asıl zenginliğin uyanan tabiat olduğunu görüyoruz. Sütunlar, sunağın parçaları, işlenmiş mermerler, yeşeren toprağı kutsayan eşsiz bir define gibi karşımıza çıkıyor. Tapınağa göre daha genççe olan şapel sessiz bir fısıltı ile bizi izliyor.



Tapınağı biraz daha yukarıdan görmek için tanrı Dionysos'un doğum yeri olan Boz Dağ'ın eteklerine çıkıyoruz. Yeni uyanan toprağı süren köylüyü gördüğümde küçükken çizdiğim resim aklıma geliyor. Ulu bir dağ, dağın eteklerinde ağaçlar, asma bahçeleri, çapa yapan köylü, at arabası... Çocukluğumda yaptığım bu ezbere resmin kendisini görmek beni daha da mutlu ediyor. İlk defa çizdiğim resmin içinde ben de oluyorum. Sardes'in üzerinde yükselen Boz Dağ'ın sarp uçurumlarından düşmemek için sıkı sıkı tutunan Bizans savunma duvarları bu resmin içinde en şaşırtıcı ayrıntı oluyor.



Köylünün özenerek çapa yaptığı asmalardan dünyanın en güzel şarapları oluyormuş. Nedeni ise çok basit. Boz Dağ'da Bacus (***) doğmuş.


Tapınağın yukarıdan birkaç fotoğrafını çekiyorum. Her bir sütüna farklı bir form verilmiş. Her biri farklı bir işçilikle işlenmiş. Sütun başlarının, çevrile çevrile içe ya da dışa dönüşü, zaman içindeki durum değişikliğini özetliyor sanki... İşaret parmağımla içe doğru kıvrıla kıvrıla yol alıyorum. Merkeze ulaşıp, duruyorum.Taş ustasının yontarken işte tam bu noktada mermer tozlarını üflediğini düşünüyorum, esen rüzgarla sanrımdan sıyrılıyorum. Binlerce yıl önceye dokunuş, aklımın bana oynadığı bir oyundur ve ben bu oynu tekrar tekrar oynamaya bayılırım.








Baharın canlılığı ile daha da çekici hale gelen Artemis Tapınağı'ndan ayrılmak çok kolay olmuyor ve fakat sırada paranın başkenti, belki de döneminin en büyük metropolü olan Sardes, saray, hamam ve gymnasiumu ile bizi bekliyor. Likya'nın başkenti Sardes, Paktolos nehrinden gelen altın ve verimli tarım arazileri ile çok zenginleşmiş ve Anadolu'nun en güçlü krallığına dönüşmüş. Bunu sarayın mermer sütunlarına, işlemelerine bakınca daha iyi anlıyorum. Hamam ve gymnasium kompleksi çok iyi korunmuş. Hamam kompleksinin güneyinde dönemin en büyük sinagogu bulunuyor. Sarayın avlusundaki yeni yeşermiş hafif nemli çimenlere uzanıyorum. Devasa sütunlara aşağıdan bakınca saray daha da ihtişamlı gözüküyor. Baktıklarında, kendiliğinden “bu ne görkem” denilecek bir fotoğraf çekmek için deklanşöre durmadan basıyorum. Metroplün kralı Kroisos'un, (****) variyetinin eseri işte bu saray bana ihtişamlı pozlar veriyor.




Sardes, sanki bir yükseliş ve düşüş öyküsü...Güçlü ve zengin Karun'un, Perslere esir düştüğü rivayet ediliyor. Perslerin işgali ile Anadolu'ya hükmeden zengin imparatorluk, bir anda hayalet misali yok oluyor. Masalcı: “Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken Sardesliler varmış...” diyerek Sardes'i masallara konu etse yerinde olur. Karun'u, Midas'ı, Paktolos'u, Bacus'ü ile ne kadar da zengin bir masal olacağını düşünüyorum. Sinagogun mermer sütunlarında oturup bunları düşünürken yirmi üç nisan çocuk bayramında öğretmenleri ile Sart'ı gezen bir grup çocuğun sesine takılıyorum. Öğretmen “r” leri söyleyemese de Karun'dan başlayan masalı meddah misali ballandıra ballandıra anlatıyor. ““Karun gibi zengin olmak” deyiminin kaynağı Lidyalı kral Karun Sart'ta yaşamış”... Çocuklardan, “Gerçekten mi hocam, vay be...” diyen şaşkın şavalak sesler yükseliyor. İçim gülümsüyor, mutlanıyorum.




İzmir'e dönerken, bir dönem zenginliği ile ün yapmış Sardes, şimdi mütevazi hali ile öylece duruyor. Sart'ın, Midas'ın altın dokunuşuna ihtiyacı var. Zenginlik içinde fakirlik çekmemek için Karun'un torunları atalarını anlatmalı... Aksi halde, Karun'un Mısır'da değil, Anadolu'nun tam göbeği Sart'ta yaşadığını kim bilecek...


23 Nisan 2011' Sardes, Salihli
Sabiha
.
(*) Sart Çayı

(**) Ümit Tat
(***) Dionysos, Şarap Tanrısı
(****) Kral Karun, “Karun gibi zengin olmak” deyiminin kaynağı Lidyalı Kral

22 Ocak 2012 Pazar

Sinopeli Diyojen (Diogenes), Yalnız Anadolulu Su Perisi-SİNOP



Asopos ırmak tanrısının kızı su perisi Sinope, hiçbir ölümlüyü yanına yaklaştırmazmış. Uçaktan Sinop'un coğrafi yapısını görende açıkcası Sinope'nin insanlardan uzak kalmak için çok çaba harcamadığını düşünüyorum. Türkiye'nin en kuzeyindeki bu Anadolu kenti, Anadolu’ya o kadar uzak ki… Bu işte perilerin parmağı olduğunu aklımdan geçiriyorum.

Girişi olan ve fakat çıkışı olmayan bir şehir… Çıkmak için girişe dönmek gerekiyor. Çünkü, Kuzeye doğru sivrilen bir yarımada olan Sinop’u her iki yanından Karadeniz kucaklıyor. Şehrin girişinde bizi Sinoplu çilekar Diyojen karşılıyor. Elindeki denizci fenerinin ışığı ile hala “dürüst bir adam” arıyor. Sinop’ta doğan Diyojen, en kısıtlı olanaklarla bile insanların mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek için çok sade yaşamış. Boş bir fıçı içinde, yarı çıplak bir şekilde “kinik(*)” yaşam biçimini sürdürmüş. Bir rivayete göre de kendisinden dilek dilemesini isteyen Büyük İskender'e "gölge etme başka ihsan istemem" demiş.  Sinop’un girişindeki Diyojen heykeli, köpeği ile birlikte fıçısının üzerinden fenerin aydınlattığı yerde erdemi bulma arayışına devam ediyor.



Tarihi Pontus, Roma, Greklere kadar uzanan Sinop Cezaevi, şehrin hemen girişinde yer alıyor. Üç yanı Karadeniz ile çevrili kale duvarlarının arasında yer alan cezaevi, binlerce kilometre uzaklıktaki Alkatraz’ın Anadolu’daki muadili gibi, kuş uçurtulmayan bir hapishane olarak tüm kasveti ile Karadeniz’e bakıyor. 1999 yılında müze haline getirilen hapishaneyi gezerken, denizin yakınında olup mapus yatmanın ne güç olacağını düşünüyorum. Esen sert rüzgar denizi kaptığı gibi demir parmaklıklara yapıştırmış. Dokunduğumda tuzu hissedebiliyorum. Ellerime deniz akmasa bile rüzgarın taşıdığı iyot kokusu ile özgürleşiyorum. Sabahattin Ali’nin koridorda geçişini düşlüyorum.

Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma!


diye mırıldandığını duyuyorum, burnumun direği sızlıyor. Boş koridorlarda Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, Zekeriya Sertel’in (***) volta atışlarını izliyorum. Sessiz gölgeleri izlemek, denizin sesini duyup, görememek beni rahatsız ediyor ve kendimi bir an evvel dışarıya atıyorum. Müzenin çehresinin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Konserler verilmeli, sergiler açılmalı. Anadolu’ya, hayata yaklaşmak için hapishane kullanılmalı. Sinop cezaevi kapatılmış ama bu defa da hapishane kendi içinde büyük bir boşluğa mahkum olmuş. Cezaevinin kendini affetmesi, af çıkarması gerekiyor. Olduğu gibi kalması yalnızca kokutuyor ve hüzünlendiriyor.

Otelimize yerleştikten sonra, Selçuklu döneminde yapılan beş kubbeli Alaaddin Camii’yi ziyaret ediyoruz. İçeride kimse yok. Mihrap sıcacık bir ışık ile aydınlatılmış. 800 yıl önce oyulmuş mermer mihraptaki usta dokunuşların her kıvrımını bağdaş kurup izlemek, cezaevinde hüzünlenen yanımızı sessizce onarıyor. Minbere oyulmuş ahşap gülün işaret ettiği saat, zamanın ne denli hızlı aktığını gösteriyor. Kış akşamlarının kepenkleri çok daha erken kapadığını hatırlıyor ve caminin hemen karşısındaki Pervane Medresesi’ne geçiyoruz. 1262 yılında Sinop’un düşman işgalinden kurtulmasının anısı olarak yapılan bu medresenin avlusuna bakan küçük dükkanlarda, turistlik eşya satan esnaflar var.



Akşam yemeğini Sinop sahilinde yemek istiyoruz. Rıhtımda, balıkçı barınakların yanına sıralanmış lokantalar var. Mevsim kış olduğu için açık olan mekan yok denilecek kadar az. Dubalar üzerine kurulu Saray Lokantası’nın pencereleri hafif bir buğu yapmış. İşte burada nefes var, hayat var diyoruz, içeriye giriyoruz. Mısır ununa bulanmış tavada iskorpit (çarpan balığı) ile rakı sipariş ediyoruz. Leziz balığı yerken, Diyojon’in şerefine kadeh kaldırıyoruz. Kadehler havada ahenkli bir devinim ile buluşuyor ve camdan sesin neşesi ile Karadeniz’i yudumluyoruz.


 Ertesi gün sabah, Balatlar Kilisesi’ne çıkıyoruz. Denizden epey yüksekte olan Bizanslılardan kalma bu kiliseyi görende çok üzülüyorum. Kilisenin yalnızca şapel kısmının sağlam, diğer kısımlarının açıkta olduğunu görüyorum. Boyalı freskler var ama bunlarında canına okumuşlar. Dukes isimli zati muhteremde ziyadesi ile fresklerde kreatif çalışmalarını esirgememiş. Hiçbir şeyin değerini bilmiyoruz. Tuğla ve taş işçiliğinin en güzel örneği olarak bilinen kilisenin tarihi dokusu ve yapısının korunması için çalışmaların başlatıldığını internetten okumuştum ama esamesini göremiyorum. Balatlar, üstü başı açık halinden utanırken, azda olsa içimizi rahatlatmak için, içine baharı toplandığını, zeminindeki taze yemyeşil çimenleri ve papatyaları göstererek bizi uğurluyor.




Yolumuzun üzerindeki etnografya müzesine uğruyoruz. 18. Yüzyıl Osmanlı mimarisindeki bu konağın her yerinde ahşap ustalarının parmak izleri var. Bol pencereli odalardaki dolapların kapakları renkli çiçekler ile bezenmiş, sanki evin hanımına bir buket çiçek sunuyor. İstanbul’dan uzak olan bu konak, taşralı kimliğine rağmen İstanbullu edası ve tüm ihtişamı ile Karadeniz’e bakıyor. Odalarında geleneksel Osmanlı yaşam tarzını anlatan eseleri inceliyor ve cümle kapısından acıkan midemizin sesine de kulak vererek, Sinop Kalesi’ne gitmek için ayrılıyoruz.



Kentte en iyi mantı yapan “Teyzenin Yeri Mantı Salonu”nu sora sora buluyoruz. Güneşli günde, meşhur Sinop mantısını afiyet ile yiyoruz. Mantı salonuna gelen baba ve oğul dikkatimizi çekiyor. Çocuk zihinsel özürlü olduğu için devamlı aynı hareketleri yapıyor ve değişik sesler çıkarıyor. Aslında çok alışık olunmayan bu durum karşısında müşterilerin ve işletmecinin yaklaşımı beni şaşırtıyor. O kadar naif o denli hoşgörülü davranıyorlar ki, çocuk rahatlıyor. Bir bakkalda da kasiyer olarak zihinsel özürlü bir genç görüyoruz. Zihinsel engelli gençlerin bu kadar çok olması sorgulamamıza neden oluyor. Meğer Sinop’ta zihinsel engelliler için bir okul varmış. Sinop’ta zihinsel engelli arkadaşlarımızın aileleri ile birlikte, farklı olduklarını hissetmeden, hissettirilmeden rahatça dolaşabildiklerini görüyoruz. Çok memnun oluyoruz.






Deniz Kıyısındaki Kütüphane 
  
Kahvemizi, Gaskalılar zamanında kurulmuş, Grek, Pontus, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı devrinde surları büyütülerek onarılan Sinop Kalesi’nde yudumluyoruz. Yüzümüz denize dönük, Karadeniz’e dudak bükmüş, limanın sakin sularına sığınan balıkçı teknelerine bakıyoruz. Kaleden şehre baktığımızda ise, ülkemizin ileri eğitim ve demokratik yaşam şekline sahip halkın, kente gerekli itinayı göstermediğini düşünüyoruz. Evler, iş yerleri, devlet binaları her iki yanı deniz olan bu sahil kentine yakışmayacak kadar hantal, pespaye gözüküyor. Şehirde bir iç geçkinliği, küskünlük var. Ya ulaşım sorunu nedeni ile kendine ulaşamayan Anadolu’ya, Başkent’e, ya da işsizlik nedeni ile kendini terk eden hemşerilerine gücenik, kendini salmış, ilgi bekliyor. Ah keşke, bu beton binaların yerine denize nazır yapılan kütüphaneye benzer binalar inşa etmiş olsalardı diye iç geçiriyoruz. Balıkçıların ağına balık haricinde mantık, sağduyu, basiret takılsa diye düşünerek müzeye gitmek için binlerce yıldır ayakta duran kalenin taş merdivenlerinden iniyoruz.








Sinop’ta tiyatro yok ve fakat olması için uğraş veren gençler, çocuklar var. 27 Mart Tiyatro günü olduğu için, müze önünde toplanan gençler “İnadına sanat, yaşasın hayat”, “ya sanat, ya karanlık”, yazılı dövizler taşıyor ve sesleniyorlardı. Bir tiyatroya kavuşmalarını dileyerek neşeli kalabalığı ardımıza alarak müzeye ilerliyoruz. Müze görevlisi o an için tek ziyaretçi olan bize kapıyı açıyor. İlk defa bir müzede tek başımıza geziyoruz. Sinope karşılıyor bizi, buyur ediyor. Amphora salonunu, taş eser salonunu, sikke bölümünü gezdikten sonra müzeye nereden ne zaman geldiği bilinmeyen çok değerli ikonaları incelemeye koyuluyoruz. Müzede kimsenin olmamasından mıdır neden, aklımın bana oynadığı bir oyun ile İsa, Meryem, Yahya ve diğer azizlerin bir ara bana baktıklarını hissediyorum. Sırtımda duyduğum ürperti ile, kış güneşinin parıldadığı bahçeye hızlıca çıkıyorum. Selçuklulardan kalma mezar taşları ile karşılaşıyorum. İslami mezar taşlarına oyulmuş çiçeklerin inadına bir yaşam anlatısı olduğunu düşünüyorum. Aklımdaki düşüncelere bahçedeki antik çapalar takılıyor. Kurtulmaya çalışmıyorum, fotoğraflarını çekiyorum.



Kale içinden geçerek rıhtıma iniyoruz. Gece boyunca iskeleyi döven Karadeniz’in uysal halini avucumuza sıkıştırdığımız taze, sıcak demli çayla izliyoruz. Balıkçı takalarını incelemek için iskelede geziniyoruz ama sert rüzgarın ters tavrından çekinerek, el ürünü yapılan hediyelik ahşap takalardan almak için çarşı içine yürüyoruz. Sinop cezaevindeki mahkumların amatörce yaptığı ahşap tekneler, Sinoplularca benimsenmiş ve artık her türlü teknenin maketini yapabiliyorlarmış. Hangi kotrayı, hangi tekneyi alacağımı şaşırıyorum. Kendime, ismi Sinope olan bir sandal satın alıyorum. Sinop hapishanesindeki mahkumların denize ulaşmak için ahşaba özgürlüklerini oyduklarını düşünüyorum. Aklımın içinden geçen gemilere mendil sallıyorum.






Sinope’den ayrılırken yolumuzu aydınlatmak için önümüze feneri ile ışık tutan Diyojen’e teşekkür ediyoruz. Eve dönmek için geldiğimiz yerden tekrar çıkıyoruz.



Sinope’ Mart 2010
Sabiha

(*)Kinikler Okulu: İnsana mutluluk verecek tek şey erdemli yaşayıştır. İnsan tutkularını altedebileceği, gereksinimleri önemsemeyebileceği zaman insandır. Bu da dünyadan uzaklaşmakla gerçekleşir.
(**)San Francisco Körfezindeki ada
(***)Sinop Cezaevinde yatmış ünlü isimlerdir.