Asopos
ırmak tanrısının kızı su perisi Sinope, hiçbir ölümlüyü yanına yaklaştırmazmış.
Uçaktan Sinop'un coğrafi yapısını görende açıkcası Sinope'nin insanlardan uzak
kalmak için çok çaba harcamadığını düşünüyorum. Türkiye'nin en kuzeyindeki bu
Anadolu kenti, Anadolu’ya o kadar uzak ki… Bu işte perilerin parmağı olduğunu
aklımdan geçiriyorum.


Girişi olan ve fakat
çıkışı olmayan bir şehir… Çıkmak için girişe dönmek gerekiyor. Çünkü, Kuzeye
doğru sivrilen bir yarımada olan Sinop’u her iki yanından Karadeniz kucaklıyor.
Şehrin girişinde bizi Sinoplu çilekar Diyojen karşılıyor. Elindeki denizci
fenerinin ışığı ile hala “dürüst bir adam” arıyor. Sinop’ta doğan Diyojen, en
kısıtlı olanaklarla bile insanların mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek
için çok sade yaşamış. Boş bir fıçı içinde, yarı çıplak bir şekilde “kinik(*)”
yaşam biçimini sürdürmüş. Bir rivayete göre de kendisinden dilek dilemesini
isteyen Büyük İskender'e "gölge etme başka
ihsan istemem" demiş. Sinop’un
girişindeki Diyojen heykeli, köpeği ile birlikte fıçısının üzerinden fenerin
aydınlattığı yerde erdemi bulma arayışına devam ediyor.
Tarihi Pontus, Roma,
Greklere kadar uzanan Sinop Cezaevi, şehrin hemen girişinde yer alıyor. Üç yanı
Karadeniz ile çevrili kale duvarlarının arasında yer alan cezaevi, binlerce
kilometre uzaklıktaki Alkatraz’ın Anadolu’daki muadili gibi, kuş uçurtulmayan
bir hapishane olarak tüm kasveti ile Karadeniz’e bakıyor. 1999 yılında müze
haline getirilen hapishaneyi gezerken, denizin yakınında olup mapus yatmanın ne
güç olacağını düşünüyorum. Esen sert rüzgar denizi kaptığı gibi demir parmaklıklara
yapıştırmış. Dokunduğumda tuzu hissedebiliyorum. Ellerime deniz akmasa bile
rüzgarın taşıdığı iyot kokusu ile özgürleşiyorum. Sabahattin Ali’nin koridorda
geçişini düşlüyorum.
Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma!
diye mırıldandığını
duyuyorum, burnumun direği sızlıyor. Boş koridorlarda
Sabahattin
Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi,
Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su,
Burhan Felek,
Zekeriya
Sertel’in (***) volta atışlarını izliyorum. Sessiz gölgeleri
izlemek, denizin sesini duyup, görememek beni rahatsız ediyor ve kendimi bir an
evvel dışarıya atıyorum. Müzenin çehresinin değiştirilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Konserler verilmeli, sergiler açılmalı. Anadolu’ya, hayata yaklaşmak
için hapishane kullanılmalı. Sinop cezaevi kapatılmış ama bu defa da hapishane
kendi içinde büyük bir boşluğa mahkum olmuş. Cezaevinin kendini affetmesi, af
çıkarması gerekiyor. Olduğu gibi kalması yalnızca kokutuyor ve hüzünlendiriyor.
Otelimize yerleştikten
sonra, Selçuklu döneminde yapılan beş kubbeli Alaaddin Camii’yi ziyaret
ediyoruz. İçeride kimse yok. Mihrap sıcacık bir ışık ile aydınlatılmış. 800 yıl
önce oyulmuş mermer mihraptaki usta dokunuşların her kıvrımını bağdaş kurup
izlemek, cezaevinde hüzünlenen yanımızı sessizce onarıyor. Minbere oyulmuş
ahşap gülün işaret ettiği saat, zamanın ne denli hızlı aktığını gösteriyor. Kış
akşamlarının kepenkleri çok daha erken kapadığını hatırlıyor ve caminin hemen
karşısındaki Pervane Medresesi’ne geçiyoruz. 1262 yılında Sinop’un düşman
işgalinden kurtulmasının anısı olarak yapılan bu medresenin avlusuna bakan
küçük dükkanlarda, turistlik eşya satan esnaflar var.
Akşam yemeğini Sinop
sahilinde yemek istiyoruz. Rıhtımda, balıkçı barınakların yanına sıralanmış
lokantalar var. Mevsim kış olduğu için açık olan mekan yok denilecek kadar az.
Dubalar üzerine kurulu Saray Lokantası’nın pencereleri hafif bir buğu yapmış.
İşte burada nefes var, hayat var diyoruz, içeriye giriyoruz. Mısır ununa
bulanmış tavada iskorpit (çarpan balığı) ile rakı sipariş ediyoruz. Leziz
balığı yerken, Diyojon’in şerefine kadeh kaldırıyoruz. Kadehler havada ahenkli
bir devinim ile buluşuyor ve camdan sesin neşesi ile Karadeniz’i yudumluyoruz.

Ertesi gün sabah,
Balatlar Kilisesi’ne çıkıyoruz. Denizden epey yüksekte olan Bizanslılardan
kalma bu kiliseyi görende çok üzülüyorum. Kilisenin yalnızca şapel kısmının
sağlam, diğer kısımlarının açıkta olduğunu görüyorum. Boyalı freskler var ama
bunlarında canına okumuşlar. Dukes isimli zati muhteremde ziyadesi ile
fresklerde kreatif çalışmalarını esirgememiş. Hiçbir şeyin değerini bilmiyoruz.
Tuğla ve taş işçiliğinin en güzel örneği olarak bilinen kilisenin tarihi dokusu
ve yapısının korunması için çalışmaların başlatıldığını internetten okumuştum
ama esamesini göremiyorum. Balatlar, üstü başı açık halinden utanırken, azda
olsa içimizi rahatlatmak için, içine baharı toplandığını, zeminindeki taze
yemyeşil çimenleri ve papatyaları göstererek bizi uğurluyor.




Yolumuzun üzerindeki
etnografya müzesine uğruyoruz. 18. Yüzyıl Osmanlı mimarisindeki bu konağın her
yerinde ahşap ustalarının parmak izleri var. Bol pencereli odalardaki
dolapların kapakları renkli çiçekler ile bezenmiş, sanki evin hanımına bir
buket çiçek sunuyor. İstanbul’dan uzak olan bu konak, taşralı kimliğine rağmen
İstanbullu edası ve tüm ihtişamı ile Karadeniz’e bakıyor. Odalarında geleneksel
Osmanlı yaşam tarzını anlatan eseleri inceliyor ve cümle kapısından acıkan
midemizin sesine de kulak vererek, Sinop Kalesi’ne gitmek için ayrılıyoruz.

Kentte en iyi mantı
yapan “Teyzenin Yeri Mantı Salonu”nu sora sora buluyoruz. Güneşli günde, meşhur
Sinop mantısını afiyet ile yiyoruz. Mantı salonuna gelen baba ve oğul
dikkatimizi çekiyor. Çocuk zihinsel özürlü olduğu için devamlı aynı hareketleri
yapıyor ve değişik sesler çıkarıyor. Aslında çok alışık olunmayan bu durum
karşısında müşterilerin ve işletmecinin yaklaşımı beni şaşırtıyor. O kadar naif
o denli hoşgörülü davranıyorlar ki, çocuk rahatlıyor. Bir bakkalda da kasiyer
olarak zihinsel özürlü bir genç görüyoruz. Zihinsel engelli gençlerin bu kadar
çok olması sorgulamamıza neden oluyor. Meğer Sinop’ta zihinsel engelliler için
bir okul varmış. Sinop’ta zihinsel engelli arkadaşlarımızın aileleri ile
birlikte, farklı olduklarını hissetmeden, hissettirilmeden rahatça dolaşabildiklerini
görüyoruz. Çok memnun oluyoruz.
Deniz Kıyısındaki Kütüphane
Kahvemizi, Gaskalılar
zamanında kurulmuş, Grek, Pontus, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı devrinde
surları büyütülerek onarılan Sinop Kalesi’nde yudumluyoruz. Yüzümüz denize
dönük, Karadeniz’e dudak bükmüş, limanın sakin sularına sığınan balıkçı
teknelerine bakıyoruz. Kaleden şehre baktığımızda ise, ülkemizin ileri eğitim
ve demokratik yaşam şekline sahip halkın, kente gerekli itinayı göstermediğini
düşünüyoruz. Evler, iş yerleri, devlet binaları her iki yanı deniz olan bu
sahil kentine yakışmayacak kadar hantal, pespaye gözüküyor. Şehirde bir iç geçkinliği,
küskünlük var. Ya ulaşım sorunu nedeni ile kendine ulaşamayan Anadolu’ya,
Başkent’e, ya da işsizlik nedeni ile kendini terk eden hemşerilerine gücenik,
kendini salmış, ilgi bekliyor. Ah keşke, bu beton binaların yerine denize nazır
yapılan kütüphaneye benzer binalar inşa etmiş olsalardı diye iç geçiriyoruz. Balıkçıların
ağına balık haricinde mantık, sağduyu, basiret takılsa diye düşünerek müzeye gitmek
için binlerce yıldır ayakta duran kalenin taş merdivenlerinden iniyoruz.





Sinop’ta tiyatro yok
ve fakat olması için uğraş veren gençler, çocuklar var. 27 Mart Tiyatro günü olduğu
için, müze önünde toplanan gençler “İnadına sanat, yaşasın hayat”, “ya sanat,
ya karanlık”, yazılı dövizler taşıyor ve sesleniyorlardı. Bir tiyatroya
kavuşmalarını dileyerek neşeli kalabalığı ardımıza alarak müzeye ilerliyoruz.
Müze görevlisi o an için tek ziyaretçi olan bize kapıyı açıyor. İlk defa bir
müzede tek başımıza geziyoruz. Sinope karşılıyor bizi, buyur ediyor. Amphora
salonunu, taş eser salonunu, sikke bölümünü gezdikten sonra müzeye nereden ne
zaman geldiği bilinmeyen çok değerli ikonaları incelemeye koyuluyoruz. Müzede
kimsenin olmamasından mıdır neden, aklımın bana oynadığı bir oyun ile İsa,
Meryem, Yahya ve diğer azizlerin bir ara bana baktıklarını hissediyorum.
Sırtımda duyduğum ürperti ile, kış güneşinin parıldadığı bahçeye hızlıca
çıkıyorum. Selçuklulardan kalma mezar taşları ile karşılaşıyorum. İslami mezar
taşlarına oyulmuş çiçeklerin inadına bir yaşam anlatısı olduğunu düşünüyorum. Aklımdaki
düşüncelere bahçedeki antik çapalar takılıyor. Kurtulmaya çalışmıyorum, fotoğraflarını
çekiyorum.
Kale içinden geçerek
rıhtıma iniyoruz. Gece boyunca iskeleyi döven Karadeniz’in uysal halini avucumuza
sıkıştırdığımız taze, sıcak demli çayla izliyoruz. Balıkçı takalarını incelemek
için iskelede geziniyoruz ama sert rüzgarın ters tavrından çekinerek, el ürünü
yapılan hediyelik ahşap takalardan almak için çarşı içine yürüyoruz. Sinop
cezaevindeki mahkumların amatörce yaptığı ahşap tekneler, Sinoplularca
benimsenmiş ve artık her türlü teknenin maketini yapabiliyorlarmış. Hangi
kotrayı, hangi tekneyi alacağımı şaşırıyorum. Kendime, ismi Sinope olan bir
sandal satın alıyorum. Sinop hapishanesindeki mahkumların denize ulaşmak için
ahşaba özgürlüklerini oyduklarını düşünüyorum. Aklımın içinden geçen gemilere
mendil sallıyorum.
Sinope’den
ayrılırken yolumuzu aydınlatmak için önümüze feneri ile ışık tutan Diyojen’e
teşekkür ediyoruz. Eve dönmek için geldiğimiz yerden tekrar çıkıyoruz.
Sinope’
Mart 2010
Sabiha
(*)Kinikler
Okulu: İnsana mutluluk verecek tek şey erdemli yaşayıştır. İnsan tutkularını
altedebileceği, gereksinimleri önemsemeyebileceği zaman insandır. Bu da
dünyadan uzaklaşmakla gerçekleşir.
(**)San
Francisco Körfezindeki ada
(***)Sinop
Cezaevinde yatmış ünlü isimlerdir.