18 Aralık 2011 Pazar

TANRININ ELLERİ, İSA’NIN SESİ-MALULA-


Mezopotamya’nın en eski yerli halkı Aramiler ile tanışmak için Halep’ten Güneye iniyoruz. Yolcuğumuzda coğrafyanın birden bire değiştiğini izliyoruz. Aklımızın alamadığı kadar geniş düzlüklerden geçiyoruz. Toprağa hiçbir şey tutunamamış. Yol üzerindeki tek tük çam ağaçları da çok kuvvetli esen rüzgarlardan iki büklüm olmuşlar, gözleri toprağa bakıyor. Bu kadar düz bir araziden sonra Şam’a yaklaşık 56 km uzaklıkta bulunan Kalemun Dağları’na doğru, kadim dostumuzun “sabren cemil billahil müstahin (*)”nidaları ile yükselmeye başlıyoruz. Yükseldikçe, ardımızda bıraktığımız ovanın genişliğini daha da iyi görüyoruz.


Kalemun’un taştan bağrını oymuşlar, Aramileri koymuşlar. Malula taş ustasının değil de Tanrı’nın yonttuğu bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Kayalara oyulmuş bu kentte, evler birbirine tutunarak duruyormuş gibi öne doğru eğilerek bizi selamlıyor.


Aramice, “giriş” anlamına gelen Malula, adının hakkını verir bir coğrafi yapıya sahip. Sanki koca dağ ikiye ayrılmış gibi bir geçit oluşturuyor. Efsaneye göre de, putperes babasının dinini benimsemeyen Takla, kaçarken çıkışı olmayan Kalemun’a sıkışıyor ve Tanrı’ya yakarıyor. Bağrı yanan Kalemun ikiye bölünerek bir geçit oluşturuyor ve Azize Takla, iskambil kağtları gibi üst üste dizilmiş evleri ile Malula'ya çıkıyor. Tanrı'nın elleri dokunmuş bu kayalara... Kocaman kayayı bir elma gibi başka hiçbir güç ikiye ayıramazdı diye düşünmeden edemiyorum.

Geçitin içine girmeden evvel, Konya'dan kaçıp gelen Takla'nın yaşadığı mağrayı ve kiliseyi ziyaret ediyoruz. Kilisede her dinden insan var. Her biri dileklerinin gerçekleşmesi için duasının hemen sonrasında ya avuçlarını yüzüne sürüyor ya da elleri ile bedenlerine görünmez bir istavroz çiziyorlar. Hiristiyanlık aleminde çok önemli bir yeri olan Azize Takla'nın evi Mar Takla'yı bütün dünyadan ziyaret ediyorlar.


Tanrı'nın araladığı kayaların arasından geçerken Aramice konuşan çocuklara rastlıyoruz. Dünyada yalnızca üç yerde konuluşulan bu kadim dilin (Hz. İsa'nın konuştuğu dil) , Malula'nın izole yapısından dolayı korunduğunu düşünüyoruz. Dar ve zikzak yarıktan geçerken Hz. İsa ve annesi Meryem'in iki bin yıl önce buralardan geçtiğini hayal etmek bile etkiliyor her birimizi. Geçitin sonunda bizi Sarkis Manastırı'na götürecek anayola çıkıyoruz.


Sarkis ve Bacchus Manastırı'na (**) girdiğimizde bizi Maria isimli bir Arami kızı karşılıyor. Putperes mabedinin enkazları üzerine inşa edilen bu kilisenin orta yerinde yarım daire şeklinde bir sunak var. Bu taş masanın etrafında Maria'dan Aramice bir dua okumasını istiyoruz. Gözlerini kapatarak duaya başlıyor. Bir anda Maria'nın sesi soluyor, İsa'nın sesi duyuluyor. Bilmediğimiz bu dil bizi sarmalıyor, kucaklıyor.

Duyduğumuz sesi, rengi, aklımızın en güvenir yerine gizleyerek akşamüzeri Damuscus'a (***) doğru ilerliyoruz.

08.08.2008'Malula-Suriye

Sabiha

(*) Sabretmek güzeldir. Allah yardımcımız olsun.

(**) İki şehit aziz

(***) Şam (Şam:Farsça “akşam” demektir)

10 Aralık 2011 Cumartesi

SİNE QUA NON ROMA III –PANTHEON (*)-



Piazza (meydan) della Rotanda’ya çıkmadan önce, Gepetto Usta’nın, tahtayı şekilledirerek yarattığı, Carlo Collodi’nin şaheseri Pinokyo’nun uzun burnuna takılıyoruz. İrili ufaklı yüzlerce Pinokyo’nun olduğu mağaza o denli renkli ki, hangi birinin fotoğrafını çekeceğimizi şaşırıyoruz. Doğum tarihi 1881 olsa da, yaptığı muziplikler ile çocuk kalmayı başaran Pinokyo’nun burnuna dokunmadan edemiyoruz.



Ağaçtan yontularak insana dönüşen Pinokyo’yu düşünürken, kendimizi gerçek olamayacak kadar görkemli bir yapının önünde buluyoruz.  Pantheon, Tanrıların Tapınağı… Sütunlu kapıdan içeriye girdiğimizde,  Tanrıların gözünü üzerimizde hissediyoruz… Tüm olağanüstü güçler birleşmiş gibi, 43 m çapındaki kubbenin tam orta yerindeki oculustan (**) Tanrılar bize bakıyorlar.



Antik Roma’nın en iyi korunmuş bu tapınağın dairesel yapısı, beton teknolojisi olmadan yapılan muhteşem kubbesi, çap ve yüksellikteki eşitliği (***), 2000 yıl önceki mühendisliğin ulaştığı noktayı göstermesi açısından manidardır. Kubbenin tepesindeki oculustan akan suların nasıl tahliye edildiğini düşündüğümüzde, Tanrı gözyaşlarının zemindeki drenaj yardımı ile kendi yolunu bulduğunu öğreniyoruz. Günün değişik saatlerinde oculustan yansıyan ışık, tapınağın farklı noktalarında belirgin parlak bir iz, diğer yerlerde ise gölgeler bırakıyor. Binlerce yıldır bu izler pagan tapınağını aşındıramamış. Aslında etrafta görünmeden uçuşan rengarenk kelebekler, imparatorların ayak bastığı orijinal mermer zemine, duvarlardaki nişlere, Rönesans döneminin ustası Raffaello’nun mezarına,  ayak izlerini bırakıyorlar. İstanbul’dan getirilen Meryem ana ve kucağındaki oğul İsa ikonasının kadim yakınlığını hissederken, İkarus’u andırır bir inançla oculusa yükselen kelebeğin hayalimdeki bir imge olmadığını hissediyorum.





Yağmurun yağmasını ve tanrıların gözyaşlarına dokunmayı istiyorum. Aklımdan çıkmaması için tapınaktan sırtım kapıya dönük çıkıyorum. Dairesel kubbe kapıdan o kadar yüksek ki, kendimi o denli küçük, tapınağı o denli görkemli hissediyorum. Tapınağın karşına geçip bakıyorum. Giriş kısmına Latince “magrippalfcostertivmfecit”(****) yazılmış olduğunu görüyorum. Anlamadığım bu kelimeye büyük anlamlar yüklüyorum. Yazının aslında binanın kim tarafından yaptırıldığını anlatır bir ifade olduğunu öğrenince şaşırıyorum. Anlamlar yükünden kurtulmak ister gibi etrafa dağılıyor ve ben yalnızca binlerce yıldır bu meydanda duran sessiz zarafeti, sokak sanatçıların yaptığı muhteşem müzikle izlemeye doyamıyorum.

07.08.2011’Roma
Sabiha
(*) Bütün Tanrıların Tapınağı
(**) Göz, görme gücü
(***) 43 metre
(****)“Lucius’un oğlu, Marcus Agrippa tarafından, 3. konsülünde yapılmıştır”