21 Ağustos 2011 Pazar

SİNE QUA NON ROMA II "VATİKAN"

Başak Tarhan’a…
Bir söylenceye göre Roma, Mars’ın ikiz oğullarından Romolus tarafından kurulmuş.  Ölmeleri için ikiz kardeşler Romolus ve Remus, Tiber nehrine bırakılmış. Nehir taştığı için tekne karaya çarparak parçalanmış ve ikizler dişi bir kurt tarafından emzirilerek büyütülmüş. Romolus, Roma şehrine birlikte kurduğu kardeşini öldürerek tek başına sahibi olmuş. Türk mitolojisinde de, dişi bir kurt tarafından beslenerek büyütülen bir çocuğun, kurtla çiftleşmesi ile  dünyaya getirdiği Asena soyunun çocukları olduğumuzu düşündükte, tarihin yazılmasında “dişi kurtlar”ın ne denli önemli olduğunu anladık. İşin kötü yanı, 21. yüzyılda, hırslar, savaşlar, ego, şirketler, devletler, güç, göç,  sömürge, ambargo derken “insan insanın kurdu(*)” olmuş çıkmış.


Romolus’un kadim kentinin bağımsız devleti Vatikan’a sabah gitmemize rağmen sıcaktan eriyoruz. Vatikan’a girmek için sıra beklerken, San Pietro Meydanı’nda Bernini’nin tasarladığı 284 traverten sütunun gölgesi imdadımıza yetişiyor. Beklerken, meydanın adeta turistleri ve hacıları kucaklar gibi kavis bir simetriye sahip olduğunu görüyorum. Borok tarzında yapılmış heykellerin ihtişamı, ahtapot misali sekiz koldan sarmalayan meydanın büyüklüğü, zemberek misali bizi içeriye çekiyor. Bazilikaya girmeden evvel görevliler kıyafetlerimizin uygunluğuna bakıyorlar. Sıkı bir denetimle, kolları ve bacakları açıkta kalan misafirleri içeriye almıyorlar.


Nehrin öte yanındaki bu devlet, bazilikaya girdiğim andan itibaren bana “mutlak mutlakiyet” hissini uyandırıyor. Görselliği inançlı olmayan insanları bile etkileyecek nitelikte olan kilisenin giriş kapısının hemen sağında yer alan “kutsal kapı” önünde her türlü dine mensup insanlar fotoğraf çektiriyor. Kapının büyüklüğüne kapılmayıp ilerlediğimizde,  Michelangelo'nun 15.yy sonunda yaptığı Pieta heykeli ile karşılaşıyoruz. Oğlunun naşına sıkı sıkıya sarılan Meryem’in yüzünde hüzün, masumiyet, gençlik, saygı, yitiriş, büyüklük aslında karmakarışık duyguları görüyorum. Üstat, yirmi beş yaşında bu heykeli yaparken mükemmelliği yakalamış. 1972 yılında bağnaz bir dindar tarafından çekişle saldırıya uğraması sebebi ile kurşun geçirmez bir camın arkasında korumaya alınan Meryem’e hem çok yakın hem çok uzak kalıyoruz.






"Ben onun eserleri ve inancını biliyorum(**)" tabletini taşıyan alegorik heykellerden ziyade kanatlı ejderhanın az sonra pençesi ile beni yanına alacakmış duruşuna takılıyorum. Zamanımız az ama dakikalarca yontunun önünden ayrılamıyorum. Anıttaki lahittin örtüsünü kaldıran bir başka heykeli fotoğraflarken, bu defada kilisenin kubbesindeki fresklerin renkleriyle kucaklaşıyorum. Michelangelo'nun tasarladığı kubbenin hemen altında dev harflerle latince : "tv es petrvs et svper hanc petram aedificabo ecclesiam mean et tibi dabo claves regni caelorvm" yazıyor. “Sen Petrus'sun ve ben bu taşın üstüne kilisemi kurucağım. Sana da gökler krallığının anahtarlarını teslim edeceğim".






Kilisenin arkasında göz gibi görünen ise kutsal ruhun simgesiymiş. Aslında Tanrı’nın gözünün üzerimizde olduğunu hissettiren iç içe geçmiş, birçok temayı anlatan heykele o denli uzağım ki, fotoğraf makinemin sayesinde içine giriyorum, göz oluyorum.


Gözetlerken, nereye bakacağımı şaşırıyorum. Aslında boğulmaktan korkmaya başladım. O kadar çok yontu var ki, dokunma duygumu engelleyememekten endişeleniyorum. Amolfo di Cambio tarafından yapılmış bronz heykelin sağ ayak parmakları milyonlarca hacının dokunuşları ile aşınmış. Yontuların muazzam görkemine duyduğum saygı dokunuşum ile zarar görecekse uzaktan izlemeliyim diye düşünüyorum.


Kubbelerdeki freskler, mermer tabandaki simgeler, heykeller, azizlerin mumyaları, papaların mezarları, öteki dünyaya açılan kapılar, zamanımızın az kaldığını simgeleyen kum saati, hacılar, turistler, Tanrı’nın gözü, melekler, ejderler derken vaktin uçup gittiğini anlayamıyorum. Sağdan girip soldan çıkma vakti geldiğinde, kilisenin kapısında arkama dönüp bakıyorum. Doğu’daki en önemli kilise Ayasofya mı yoksa batının Vatikan mı etkileyici diye düşünüyorum. Cevap vermek açıkçası çok kolay olmuyor ama Vatikan’da o kadar çok eser var ki, teferruatlardan mütemmim cüzlerin(***) mutlaka kaçırıldığını düşünüyorum. 


Vatikan’ı yılda ortalama on sekiz milyon kişi ziyaret ediyormuş. Vatikan’ın bir bölüm geliri ziyaretçilerden olmakla birlikte, günlük, haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergisi ile radyo istasyonları, TV kanallarından elde ettikleri gelirleri; Katolikler’den kesilen kilise vergisi; aidatlar; bağışlar; şirket gelirleri; hisse senedi-tahvil-bono gelirleri; bankacılık ve faiz gelirleri; hediyelik eşya satışlarıyla elde edilen gelirler de ülke bütçesini oluşturuyormuş. 1000 kişilik nüfusu ile 900 milyonu idare eden Tanrı Devletinin oldukça güçlü bir ekonomiye sahip olduğunu anlıyoruz.





Vatikan İsviçreli Katolik paralı askerlerce korunuyor. Üniformaları oldukça renkli olan bu askerler, papalara kimi dönem ihanet etse bile, Vatikan’da olan biteni gizlediklerinden dolayı 16 yüzyıldan bugüne kadar tüm papalarca tercih edilmekteymiş. Üniformalarındaki papalık arması ile göğüsleri dik, vakur bakışları ile nöbet değiştiren bu genç askerler, kavuniçi, kırmızı, mavi renkli kıyafetleri içinde oldukça laubali duruyorlar. Bakış ve duruş arasında bir tezat var.


Gizemlerin, iki yüze yakın irili ufaklı odaların için de kaldığı düşünülse de, sanki kilitleri açacak anahtarlar bazilikanın önündeki heykellerin ellerinde duruyor. San Pietro’nun heykeli , istediğimiz cevabı soracağımız doğru soru ile bulacağımızı anlatır gibi bakıyor. Ekonomik olarak çok güçlü olan Vatikan, bilginin kaynağı olan dünyanın en büyük kütüphanesiyle daha da güçlü. Soruların cevapları bu kütüphanedeki bir buçuk milyon kitap, yüz elli bin el yazmasında duruyor... Bir rivayete göre Papa II. Pius’un, Fatih Sultan Mehmet’e gönderdiği mektubun bir sureti de bu kütüphanede olduğudur. Mektupta, Fatih’in kuvvetini Hıristiyan milletlerinin gelişmesi için kullanması halinde bütün dünyaya hükmedeceği, bunun için de iki damla suyun üzerine serpilmesine izin verilmesi olduğu yazdığı söyleniyor. Fatih vaftiz edilseydi, tarih bugün bizler için ne yazardı diye düşünmeden edemiyorum.


Meydanın sol tarafından çıkışa doğru yürürken arkama dönüp bakıyorum. Din ve devlet işinin iç içe girdiği, sanatın dine karıştığı, sanatın soyut olan bir kavramı anlatmak için mükemmelce kullanıldığı, gizemlerin ve cevapların bir anahtar ile çözülemediği, ayrıntının teferruatta eridiği, üstad Michelangelo, Bennini, Amolfo di Cambio, Leonorda da Vinci, Rafael’in eserlerinin muazzamlığı, papaların, hacıların, engizisyon mahkemelerinin gerçekliği, Ağca’nın papayı vurduğu meydanın büyüklüğü, veba salgınlarının ardından kurulan Vatikan’ın müstevli iktidarının muazzamlığı derken, dinler gibi sanatında insanları tesiri altına alabildiğini görüyorum.
(*) Homo homili lupus (Thomas Hobbes)
(**)novi opera eius et fidem
(***) Bütünü oluşturan ayrılmaz parça
07.08.2011’Roma
Sabiha

19 Ağustos 2011 Cuma

"SİNE QUA NON ROMA"

Büyük medeniyetlerin olmaz ise olmaz (sine qua non) kuralı geniş bereketli topraklar ve su. Roma’da, Tiber Nehri’nin iki yanında, yedi tepenin üzerine kurulmuş ebedi bir kent.  Roma’nın kimlik numarası yalnızca bir adet değil. Entelektüel aktiviteler ile “Avrupalaşma”nın yolunun açıldığı, sanatın dillendiği, izlendiği bir Rönesans kenti;  görkemli yapıların yıkıntıları ile antik bir şehir; Vatikan’ı ile bağımsız Katolik bir kent olmak üzere çok kimlikli bir başkent.
Akşam saati Roma’ya gezmeye başladık. Buonasera  Roma(iyi akşamlar)! nidası ile tabana kuvvet yürüyoruz. Çocukken Sivas’ta her köşe başında akan suları avuçlayıp içebilirdik. İstanbul’a göçtüğümüzde içtiğimiz damacana sulara para vermeye başladık. Bu nedenle ağzımızı çeşmeye dayayarak su içmek aklımızda çocukluk anısı olarak kalmış ve fakat Roma’da her yerde çeşme var. Soğuk sulara para vermeden, çocuk sevinci ile avuç dolusu su içiyoruz.
Termini İstasyonu’ndan Trevi Çeşmesi’ne gitmek istiyoruz. Yol güzergahımızda S.P.Q.R.  logoları ile karşılaşıyoruz. Hukuk Fakültesinde okurken Roma Hukukunun bugünkü yaşayışımız üzerinde tesirinin ne kadar kuvvetli olduğunu öğrenmiştik. Memleketimizdeki hukuk prensiplerinin çoğu da doğrudan Roma Hukukundan geliyor. Derslerde ülkenin yasama yürütme organını işlerken S.P.Q.R. simgesinin “Senatus Populus Quae Romanus”  yani mutlak yasama ve yürütme gücünün yüce senato ve Roma halkına ait olduğunu okumuştuk. Hali hazırda kentin logarlarında, kamu binalarında bu simgeyi görmek çok şaşırtıcı bir keşif oldu.

Yalnızca biz Türklerin aşk çeşmesi dediği Trevi çeşmesine, Piazza della Repubblica meydanında soluklanarak ilerliyoruz.  Hiç beklemediğimiz bir anda birden bir karşımıza çıkan çeşme görkeminden nefesimizi kesiyor.  Poseidon deniz kabuğundan yapılmış arabasında, biri hırçın diğeri sakin iki kanatlı atı kontrolü altında tutuyor. Çeşmenin etrafı o denli kalabalık ki, Poseidon bir an için dizginleri elinden kaçırsa iki kanatlı at, turistleri ezip geçecek gibi. Tritonlar bunu bildikleri için, atları sakinleştirmeye çalışıyor. Heykeltıraş Nicola Salvi’nin eline tanrı tozu bulaşmış sanki.  Mermere yaratıcının gücü değmiş… Yontular o denli gerçekçi ki.
Çeşmeden sevgilinizin yüzüne bakarak su içtiğinizde, artık gözünüzün kimseyi görmeyeceğine inanılıyor. Ama suyu içerken gözünüzün bir başkasına kaymaması uyarısı da peşi sıra geliyor. Çeşmeye sağ elle sol omuz üzerinden para atılması ise, Roma’ya bir daha gelineceği ilişkin bir başka inanış. Dilekler uçuşarak havuza düşüyor. Dilek paraları serbest performans sergileyen tanrı Neptün’ün bahşişi oluyor. Poseidon her gece yaklaşık 3,000 Euro yevmiye topluyor. Allah bereket versin… Paraların yoksullara yardım için toplandığını söylüyorlar. Yerini bulmasını diliyoruz.
Havuz yakınındaki” caffe roma, gelateria” dondurmacısından aldığımız leziz dondurma gözümüze renk, dilimize tat katıyor. Yarın yüce Roma halkına “ciao-salve (merhaba)” diyebilmek için, Poseidon’a “Buonanotte(iyi geceler)” diyoruz.  
06.08.2011’Roma
Sabiha